Yeni fılozofların yazılarını ayrıntılı olarak
tartışmaktansa, dikkatimi Foucault üzerinde yoğunlaştırmak istiyorum.
Foucault'nun son yazıları, öncelikle iktidarla ilgili olanlar şüphesiz ilk
yazıların bazı vurgularını korumaktadırlar. Foucault'nun tarihsel çalışmaları
onun "soykütüğü" adını verdiği şey tarafından biçimlenmiştir;
Foucault bununla "bilgilerin, söylemlerin, nesne alanlarının vs.
kuruluşunu, ister olaylar alanıyla bağlantılı olarak aşkın bir nitelikte olsun,
iste bütün tarihte kendi boş kimliğinin peşine düşmüş olsun, bir özneye
başvurmak zorunda kalmaksızın açıklayan bir tarih biçimi” ni kastediyordu.
Foucault, kendisi bu terimden hoşlanmasa da
genellikle "post-yapısalcılık" içinde zikredilir. Bu nedensiz de
sayılmaz. Foucault, Saussure ve Levi-Strauss tarafından gündeme getirilen
öznenin merkezsizleştirilmesi temasını sürdürmüş ve işlemiştir. Foucault'nun
yapıtında, öznenin merkezsizleş- tirilmesi hem metodolojik hem de, belli bir
anlamda, tözel bir olgudur. Tarih insan öznelerinin ifşa edildiği epistemeler,
(Foucault'nun sonraki döneminde) iktidar alanları içinde kurulmuştu; ve şu
dönemde belli bir öznellik kuruluşu tipinin hâkimiyeti altındaki bir çağın
sonuna varmak üzereydik. "Bireyin sonu"na tanıklık ediyorduk; Horkheimer
ile Adorno'nun hayatlarının sonlarına doğruu gitikçe daha fazla kullanmaya
başladıkları terimle arasında keskin bir karşıtlık olan bir tabirdi bu.
Bence Foucault’nun son yazılarında çok güçlü
Nietzsche’ci temalar vardır; ama bunlar Fransız çağdaşlarının başvurduğu
kavramlardan - hatta Foucault'nun en yakınındaki Deleuze'ünkilerden bile epeyce
farklı (ve bazı açılardan çok daha ilginç) bir biçimde kullanılmışlardır.
İktidarın her şeyi kuşatan karakteri, değerlere ve hakikate öncelikli ol- ması
ve bedenin iktidarın tecavüz etiği yüzey olduğu fıkri de bu temalar
arasındadır.
İktidar, Foucault'ya göre, Marksist teoride zuhur
ettiği şeklin, o büyülü ve çok peşine düşülen hayaletin (sınıf tahakkümünün,
tarihin ileri.yönelik hareketiyle aşılabilecek meşum bir ifadesi) tam zıttıdır.
İktidar, Foucault'ya göre, tabiatı gereği baskıcı bir şey, sadece hayır
diyebilme yeteneği değildir. Eğer iktidar bundan ibaret olsaydı, diye soruyordu
Foucault, ona gerçekten tutarlı bir biçimde itaat eder miydik? İktidar etkili
oluyordu çünkü salt baskıcı bir ağırlık, karşı konulacak bir yük gibi hareket
etmiyordu. İktidar aslında her şeyin olmasını, şeylerin, bilginin, söylem
biçimlerinin ve hazzın üretilmesini sağlayan araçtı.
İktidar teorisi Foucault'nun cinsellik tarihinin
eksenini oluşturur. Bu olguyu bugün çağdaş Batı toplumunda anladığımız
biçimiyle "cinsellik", Foucault'ya göre, iktidarın ürünüydü; iktidar
cinselliği bastırmıyordu. Cinselliğin modern zamanlarda özgül bir siyasi anlamı
vardı çünkü beden disiplini ile nüfusun kontrolü arasındaki kesişimde yer alan
özellikler ve faaliyetlerle ilgiliydi. Bununla Foucault'nun bence en parlak
çalışması, iktidar konusunda söylediği bütün önemli şeylerin odak noktası olan
hapishanenin kökenleri hakkındaki açıklaması arasında bariz bağlantılar vardır.
Bu yapıtın bilindiğini varsaydığım için savlarını ayrıntılı olarak aktarmaya
çalışmayacağım. Foucault'ya göre, on dokuzuncu yüzyılda Batı toplumlarında
hapishanenin yaygın bir biçimde benimsenmesi iktidar alanlarındaki çok önemli
bir geçiş dönemine işaret ediyordu. Cezalandırma alanında, halka açık
infazların, işkencenin ya da diğer "gösteriler"in yerini hapsetme
almıştı. Bir "çifte değişim süreci" söz konusuydu: Gösterinin ortadan
kalkması ve acı vermenin yerine özgürlükten mahrum bırakmanın ve ıslah edici
disiplinin geçmesi. Bu, "temsili, sahne benzeri, anlamlandırıcı, kamusal
kolektif model"e dayalı bir toplum düzeni tipinin ortadan kalkmasını ve
bir başka, "zorlayıcı, tüzel, tekil, gizli cezalandırma iktidarı
modeli"nin ortaya çıkmasını özetliyordu.
Disiplin ve gözetleme hapishanenin iki temel
veçhesiydi, Foucault'ya göre; ve bunların hapishaneye özgü olmadıklarını görmek
temel önemdeydi. Aksine, bunlar on dokuzuncu yüzyıl sanayi kapitalizminde öne
çıkmış olan bir dizi başka organizasyonda da yaygın olarak kullanı- lıyorlardı:
Disiplin, diyordu Foucault, fabrikalarda, bürolarda, hastanelerde, okullarda,
kışlalarda vs. iktidarı bedenden koparıyordu ki bu bedene damgasını vuran
geleneksel uygulamaların tam tersiydi - cezalandırma alanında, bu damga
herkesin gözü önünde, sözün mecazi olmayan anlamıyla vurulurdu. Aynı zamanda,
iktidarın "içselleşmesi" vurgulanıyordu. Disiplinci iktidar,
Foucault'nun tabiriyle, "görünmezliği yoluyla uygulanıyordu"; onu
yaşayanlar bu yeni iktidar teknolojisine razı oluyorlardı ve onların rızası bu
yeni teknolojinin temel bir parçasıydı. Bu bağlamda bu kavramlarla Sennett'in
yapıtlannda -sadece Otorite adlı kitabında değil, daha önceki
yapıtlarında da- geliştirdiği otorite analizi arasında nasıl bir bağlantı
kurulabileceğini görmek güç değildir.
Sennett, sınıfıti "gizli yaralan"
deyimiyle, benim anladığım kadarıyla, sadece sınıf tahakkümünün açtığı
"yaralar"ın "gizli" olduğunu değil, aynı zamanda çağdaş
kapitalizmde sınıf tahakkümünün doğasının, "görünmezliği yoluyla uygulanması"
olduğunu da kastediyordu.
Ama Foucault, disiplinci iktidarın görünmezliğinin
gözetlemede görünür bir muadili ve sürdürücü mekanizması olduğunu kabul
ediyordu. Bireylerin sürekli "gözlem altında" olmaları gerektiği
fıkri, diyordu Foucault, disiplinin doğal bir parçasıydı; zira disiplin dışsal
olarak "uysal bedenler"in davranış düzenliliği içinde tezahür
ediyordu. Nitekim hapishanenin tipik örneği, Bentham'ın merkezinde bir
gözetleme kulesi olan Panoptikon planıydı. Ama bu disiplin/gözetleme ilişkisine
kaçınılmaz olarak eşlik eden fıziksel planın yalnızca "ideal" bir
biçimiydi. Çünkü disipliner iktidar mekânın özgül olarak kuşatılmasını, mekânın
özel özdeşleşme ya da faaliyet ölçütlerine göre dilimlenmesini içeriyordu. Bu
tür mekânsal tecrit fabrikaların, büroların ve az önce bahsettiğim diğer
organizasyonların o kadar ayrılmaz bir parçasıdır ki bunların hepsinin
hapishaneye benzemesi bize şaşırtıcı gelmemelidir. Marx için modern çağı
örnekleyen yer fabrika ya da üretim yeri iken Foucault için bunun her yerden
önce hapishane ve tımarhane olduğunu söylemek çok zorlama olmaz herhalde. Bu
karşıtlığın da; Marx'ın yerine Nietzsche'nin konmasının Foucault'daki özel
versiyonunu ifade ettiği de eklenebilir.
Burada, Foucault'nun yapıtının önemini çok iyi değerlendirmemiz
gerekir; bence bu yapıt idari iktidar teorisine, Max Weber'in bürokrasi
hakkındaki klasik metinlerinden beri yapılan belki de en önemli katkıdır. Yine
de, etkisi altına fazlaca girmemek de aynı derecede önemlidir: En sonunda
toplumsal teorideki "Nietzscheci yeniden canlanma"nın reddi noktasına
varacak bir dizi gözleme işte böyle bir bağlamda başlıyorum. Foucault'nun
iktidar, disiplin ve gözetleme hakkında söyledik- lerine birkaç önemli itiraz
getirmek istiyorum; bunlar sonuçta bizi yeni fılozofların attıkları nutukların
gündeme getirdiği meselelere geri dön- dürecek. ~Dile getireceğim noktaların
hem bir bütün olarak, mevcut haliyle toplumsal teori hem de siyaset meseleleri
için önemli olacağına inanıyorum.
(1) Bence
Foucault'nun da içinde bulunduğu "post-yapısalcı" düşünce üslubundan
kopmak çok önemlidir. Foucault disipliner iktidarın genişlemesiyle sanayi
kapitalizminin yükselişi arasında bağlantı kurar gibidir, ama çok genel bir
biçimde. İlk yapıtlarında bahsettiği "epistemik dönüşümler" gibi,
iktidarın geçirdiği dönüşüm de "öznesiz tarih"in karanlık ve gizemli
arka planından kaynaklanıyordu.
Eğer bu insanın kendi kendine yabancılaşmasını
aşama aşama aşması şeklindeki Hegelci görüşe karşılık geliyorsa, "tarihin
öznesinin olmadığını" kabul ediyorum; öznenin merkezsizleştirilmesi
öznelliği bir veri olarak alamayacağımız anlamına geliyorsa onu da kabul
ediyorum. Ama eğer bu terim insani toplumsal olayların ilgili kişilerin hiç
farkında olmadıkları güçler tarafından belirlendiği anlamında kullanılıyorsa,
"öznesiz tarih" fikrini hiçbir biçimde kabul etmiyorum. Yapılaşma
teorisini tam da bu görüşe karşı çıkmak için geliştirdim.5 Yapılaşma
teorisinde, eylemlerinin açıkça fark edilmemiş koşullarının ve niyetlenmemiş
sonuçlarının oluşturduğu tarihsel olarak özgül sınırlar içinde hareket
etmelerine rağmen insanlara her zaman ve her yerde bilgi sahibi failler olarak
bakılır. Foucault'nun "soykütüksel yöntem"i, bence, yapısalcılığın
Fransız düşüncesine soktuğu, aşkın öznesi olmayan tarih ile bilgi
sahibi insan özneleri olmayan tarih arasındaki karışıklığı sürdürür.
Oysa bunlar çok farklı iki şeydir. ilkini reddetmemiz, ama ikincinin çok büyük
önem taşıdığını fark etmemiz gerekir; Marx bu önemi şu ünlü gözleminde özlü bir
biçimde ifade eder: İnsanlar "tarihi yaparlar, ama kendi seçtikleri
koşullarda değil."
(2) Bu ilk
itirazın Foucault'nun hapishane ve klinik hakkındaki analizleri için somut
içerimleri vardır. "Cezalandırma", "disiplin" ve özellikle
de "iktidar "dan genellikle tarihin failleri, hatta gerçek failleri
bunlarmış gibi bahseder. Ama hapishanelerin, kliniklerin ve hastanelerin
gelişimi, onları tasarlayanların, kurulmalarına yardım edenlerin ya da içinde
yatanların "ötesinde" ortaya çıkmış bir olgu değildi. Ignatieffin
hapishanelerin kökenleri hakkındaki çalışması bu açıdan Foucault'yu
dengelemektedir.6 On dokuzuncu yüzyılda hapishane sisteminin yeniden
düzenlenmesi ve genişlemesi, devlet yetkililerinin yerel cemaatin yaptırım
süreçlerinin artık hükmünün kalmadığı büyük kent alanlarındaki uyumsuzları
kontrol etmenin yeni yollarını oluşturma ihtiyacını hissetmeleriyle yakından
bağlantılıydı.
(3)
Foucault hapishane ile fabrika arasındaki analojiyi biraz fazla abartmıştır.
Kapitalizmin ilk yıllarında bazı işverenlerin iş disiplinini pekiştirmek için
bilinçli bir biçimde model olarak hapishanelere baktıklarına şüphe yoktur.
Bazen fıilen köle emeği kullanılmıştır.
Hapishane ile fabrika arasında iki temel fark
vardır. "Çalışma" hapishane dışındaki bireylerin günlük hayatlarını
işgal eden (normalde en fazla zamanını götürse de) sektörlerden yalnızca birini
oluşturur. Çünkü kapitalist işyeri, Goffman'ın terimiyle bir "total
kurum" değildir; oysa hapishane böyledir, klinik ve hastane ise böyle olabilir.
Daha da önemlisi, işçi fabrikaya ya da büroya zorla hapsedilmiş değildir,
işyerinin kapısından içeri "özgür ücretli emek" olarak girer. Bu da
formel olarak "özgür" bir işgücünün "yönetilmesi" ile
ilgili tarihsel olarak özgül sorunlara yol açar; Pollard'ınki başta olmak üzere
bu konuyu analiz eden ilginç çalış- malar vardır.~ Aynı zamanda, hapishane
disiplininin normal işleyişinin bir parçası olmayan işçi direnişi biçimlerine
(özellikle sendikalaşma ve kolektif olarak işten el çekme tehdidi) de kapı açar.
Foucault'nun disiplinin ürettiğini söylediği "uysal bedenler" sık sık
o kadar da uysal olmadıklarını ortaya koyarlar.
(4) Foucault,
Nietzscheci "kuşkucu yorumbilgisi"yle uyumlu bir biçimde, hapishaneyi
disiplin olarak iktidarın numunesi şeklinde ele alarak, "burjuva" ya
da "liberal özgürlükler" ve bunların esinledikleri reformist iştiyak
hakkında fazla olumsuz bir görüş getirmiştir. Liberal özgürlükleri baskıcı ve
sömürücü sınıf tahakkümünün ideolojik birer kılıfı olarak gören Marksçı
"kuşkucu yorumbilgisi"ni hepimiz gayet iyi biliriz. Sanayi
kapitalizminin ilk yıllarında "özgür ücretli emeğin" özgürlüğünün
büyük ölçüde düzmece olduğunu, işçi tarafından denetlenmeyen koşullarda
işgücünü sömürmenin bir aracı olduğunu kimse inkâr edemez. Ama "salt"
burjuva özgürlükleri olan seyahat özgürlüğü, yasa önündeki formel eşitlik ve
siyasi olarak örgütlenme hakkının, yirminci yüzyılda bunların büyük ölçüde
bulunmadığı ya da fena halde budandığı totaliter toplumlar deneyimi ışığında
görüldüğünde son derece gerçek özgürlükler olduğu ortaya çıkmıştır. Foucault,
"hapishane refor- mu"nun hapishanenin kendisiyle birlikte doğduğunu
söylemiştir: Reform hapishanenin programının bir parçasıdır. Ama aynı şey, hem
de daha az ironik bir biçimde, feodalizmin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan
çeşitli siyasi ve ekonomik dönüşümler için de söylenebilir. Liberalizm
despotizmle, mutlakiyetçilikle ya da totalitarizmle aynı şey değildir ve
burjuva rasyonel, evrensel adalet ethos'u da hapishaneler ve hapishane
reformlarıyla aynı çift yönlü karaktere sahiptir. Şu çok önemli farkla: Nüfusun
geri kalanının formel olarak sahip olduğu haklar mahkumlara verilmez. Birlikte
ele alındığında, sözleşme özgürlüğü ve siyasi örgütlenme özgürlüğü, hem
kapitalizmin siyasi ve ekonomik düzenlerine bir meydan okuma hem de bu düzenler
içindeki etkili bir değişim gücü niteliğine sahip olmuş olan işçi
hareketlerinin doğmasına yardımcı olmuştur.
(5)
Foucault'nun analizlerinde şaşırtıcı bir "eksiklik" vardır: Devlete
dair bir açıklama. Marx'ta bu eksiklik ekonomi politikle uğraşmış olma- sına
bağlanır. Foucault'da ise insan bunun disiplin olarak iktidarın her yerde
bulunmasıyla bağlantılı olduğundan şüpheleniyor. Devlet, Foucault'nun büyük
harflerle "hesaplı tabi kılma teknolojisi", başkalarını idare eden
disiplin matrisi olarak betimlediği şeydir. Eğer Foucault buna inanıyorduysa,
bu olsa olsa kısmi bir hakikattir. Biz yalnızca "devlet" teorisine
değil, aynı zamanda devletler teorisine de ihtiyaç duyuyoruz ve bu
noktanın hem "içsel" hem de "dışsal" içerimleri vardır.
"Içsel olarak", bizatihi "devlet"in varlığının liberal
ilkeleri olumsuzladığını iddia etmek saçmadır. İktidarın yaygınlığından ve
devletin meydan okunamaz gücünden gelişigüzel bahsetmek de, devletin
aşılmasından bahse- den Marksist lafazanlık kadar zayıf temelli bir gevşeklik
yaratır.
"Dışsal olarak" ise, kapitalizmin
yükselişi ile devlet sistemi arasındaki bağlantıyı vurgulayan Tilly ve
diğerlerinden söz etmek bence birincil önemdedir. Foucault şöyle yazmıştı:
Batı'ının ekonomik atılımı sermaye birikimini
mümkün kılan tekniklerle başladıysa, insan birikimini yönetme yöntemlerinin de
kısa zamanda kullanılmaz hale gelen ve yerlerini incelikli, hesaplı bir tabi
kılma teknolojisine bırakan geleneksel, ritüel, yüksek maliyetli, vahşi iktidar
biçimleriyle bağlantılı olarak siyasi bir atılımı mümkün kıldıklan söylenebilir
belki de. Ama bu analiz, genel olarak devletten dem vuran konuşmaların çoğu
gibi, yanıltıcıdır. Hiçbir zaman "kapitalist devlet" diye bir şey
olmamıştır; Foucault'nun bahsettiği iç pasifleştirme süreçlerine şiddet
araçlarının korkunç biçimde devletin elinde toplanmasının eşlik ettiği
kapitalist ulus-devletler olmuştur. Sınıf iktidarının bir aracı olarak
kapitalist emek sözleşmesi ile şiddet araçlarının devlet tarafından temellük
edilmesi arasında dolaysız ilişkiler vardır.9 Kapitalist emek sözleşmesi salt
ekonomik bir ilişki olarak başlamıştı; bu ilişkide işveren işyerinde işgücünün
kendisine itaat etmesine sağlamak için ne ahlaki yaptırımlara ne de şiddet
yaptırımlarına sahipti.
Şiddet araçlarının emek sözleşmesinden bu şekilde
"çıkarılması", itaatin çok büyük ölçüde Foucault nun betimlediği yeni
iktidar teknolojisi sayesinde sağlandığı anlamına geliyordu. Ama ulus-devletler
arasındaki ilişkiler bağlamında, 'yüksek maliyetli, vahşi iktidar biçimleri"nin
de bu şekilde bir kenara atılmış olduğu pek söylenemez.
Foucault ve Nietzsche'den daha dolaysız bir
biçimde etkilenmiş olanlar, iktidarın bütün toplumsal süreçlere kronik bir
biçimde ve kaçınılmaz olarak bulaştığında ısrar etmekte haklıydılar. Bu kabul
edilince iktidarla özgürlüğün birbirlerine düşman olmadıkları, iktidarın
zorlama ya da kısıtlamayla özdeşleştirilemeyeceği de teslim edilmiş olur. Ama
iktidar eylem ve söylemde birincil konuma yükselten Nietzscheci iktidar
radikalizasyonunun bizi baştan çıkarmasına da izin vermememiz gerekir. İktidar
o zaman her şeyin üstünde ve altında bulunan gizemli bir olgu haline gelir.
İktidarın hakikate göre mantıksal bir önceliği yoktur; anlam ve normlar
yalnızca taşlaşmış ya da mistifıye edilmiş iktidar olarak görülemez. Bir
iktidar indirgemeciliği de ekonomik ya da nor- matif indirgemecilik kadar
hatalıdır.
______________________
Anthony GIDDENS
Çeviren: Tuncay BİRKAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder