23 Ağustos 2013 Cuma

EMRE KONGAR’A


Adım Ali Özgür Bozkurt. Adımı Sivas Yıldızeli Pamukpınar Köy Enstitüsü’nden mezun olmuş ve emekli bir ilkokul öğretmeni olan dedem Ali Bozkurt’tan aldım. TÖS, TÖB-DER ve EĞİT-DER kurucularındandır; TÖB-DER ve EĞİT-DER Genel Başkanlığı yapmıştır. Bu örgütler  ulusal en büyük ve güçlü öğretmen örgütleriydi. Gündem yaratırdı. Şimdi ise Antalya’da keyifli bir biçimde dinlenmeye devam etmektedir. Türkiye’nin unuttuğu önemli ve her örgütçünün tanıması gereken aydınlarındandır. Yaşayan tarihtir. Babam Oğuz Bozkurt ise 1980 darbesinden sonra kurulan ilk öğretmen sendikası olan Egitim-İş kurucularındandır. Hal böyle olunca “Özgür” adı 1981 doğumlu olduğum için verildi.

Size kendimi yakın bulduğum ve görüşlerinize, saptamalarına değer verdiğim için yazmak istedim ve aşağıda belirteceğim konuda yorumlarınızı almak istiyorum. Yaklaşık 4 yıldır makalelerinizi ve yayınlarını dikkatle izlemeye çalışıyorum. Kullandığınız dilin yalınlığı, olayları ve tarihi olabildiğince basitleştirerek herkesin zorlanmadan takip edebileceği bir dil kulanmanızın okumayan – ya da okuyamayan – toplumumuz için oldukça önemli bir duruş olduğunu belirteyim. Umarım yazıma zaman ayırabilirsiniz ve yorumlarınızı benimle paylaşırsınız.

Atatürk, tarım toplumundan bir mucize yaratıp bir devrime başladı. Hayatı malesef bu devrimi tamamlamaya yetmedi. Bir kaç kuşak daha gerekiyordu devrimi tamamlamak ve kontrolu tam anlamıyla halka vermek için. İsmet İnönü döneminde tek partili dönemden çok partili döneme geçiş sağlandıktan sonra yozlaşma ciddi anlamda başladı. O andan itibaren de herşeyi aynı şekilde şu anda bile yaşamaya devam ediyoruz. Neredeyse her şey değişti, o zamanki konjonktür ile şu anı kıyaslamak pek mümkün değil; ancak durum tamamen aynı. Tarihsel farklılığı görmezden gelmediğimi belirtmek isterim.

Türkiye’de demokrasi kavramını tartışırken durum değerlendirmesi hep şöyle yapılıyor: Türkiye tarım toplumunda, sanayi devrimini yaşayamadığı için sınıflar oluşamadı. Devlet kendi burjuvasını yaratmaya çalışsa da tamamen devlete bağlı bir ihale mantığı olması nedeniyle hep kontrol altında ve birbirine muhtaç simbiyotik bir yapı oluştu. Olmadı...

Sınıf bilinci oluşmayınca Sivil Toplum Örgütleri oluşamadı. Oluşmaya başlandığı zaman engellendi. Yalnızlaşan toplum kendi içine kapandı. Globalleşen dünyada olan biteni kaçırdık. Teknoloji üretemedik. Yavaş yavaş fason üretimle tanıştık. Özal ile birlikte kafalarımızı kaldırdık; ama onun liderliğinde olduğu için tam bir çıkar ve rant anlayışı ortalığı sardı. Memleket sevdalısı ya da yurtsever yöneticiler seçemediğimiz için de bütün kaynaklarımız çarçur edildi; edilmekte... Şimdi yeni yeni “sanayileşiyoruz ve demokrasimiz de gelişiyor” yalanları kulaklarımızda... Gülüyorum içim burkularak... İşte her şey bu noktada duruyor ve gelecekle ilgili olarak demokrasi kavramının Türkiye’de nasıl gelişeceği ile ilgili yüzeysel ve boş tartışmalar yapılıyor, umut ediliyor.
Benim saptamam da işte tam da bu noktada oluşuyor. Otomotiv sektöründe %100 Türkiye sermayeli, global hizmet veren bir yan sanayide 8 yıldır çalışan bir mühendisim. Otomotiv tüm sanayilerin lokomatifi olduğu için, gerçekleri görmek ve gelecekle ilgili saptama yapma konusunda avantajım olduğunu söyleyebilirim.

Sanayi devrimini kaçırdık, doğru; ancak şu anda bence daha önemli bir süreci daha kaçırıyoruz: Türkiye’de elinde para olan yatırımcılar –burjuva diyemiyorum– kurdukları firmalarda vergi konusunda kestirme yolları buldukları ve devlete yakınlıkla teşvik aldıkları için politik konularda herhangi bir açıklama yapamıyorlar. Hayat standartları gereği keyifleri de yerinde olduğu için tercihlerini yandaşlıkta ya da suskunlukla kullanıyorlar. Devleti yönetenler bu firma sahiplerine vergi kontrollerinde zorluklar çıkarabiliyor ve çok ağır tazminatlar ödetebiliyorlar. İşlerini doğru yapmayan ve vergilerini doğru düzgün ödemek yerine kullandıkları bağlantılarla iş bitirerek halleden sermaye sahipleri edilgen oluyor. Televizyonlarda bu insanları ülke vizyonu konusunda, çözümün nasıl olacağı konusunda konuşurken hiç göremiyoruz. Ya da şöyle de denebilir: Yatlarıyla dünyayı gezerken, dünyanın ünlü sanatçılarıyla partiler verirken, çocuklarını evlendirirken ya da battıktan sonra fabrikaların önünde kafası önde poz verirken görüyoruz. Neden? “Biz istihdam yaratıyoruz. Binlerce kişi çalıştırıyoruz.” yalanları da cabası. Hep onlar zenginleşiyor; çalışan ise yerinde sayıyor... Önümüzde kariyer diye yutturulmuş bir düş perdesi; yükselmek, daha çok kazanmak, daha çok ve lüks tüketmek amacında hayatımızı bir köle gibi geçirip gidiyoruz.

Sayın Kongar,
Sanayileşme artık farklılaştı. “Artık robotlar var; insanlara gerek yok.” gibi bir sonuca varmayacağım tabii ki… Çin orada öylece dururken... Sorun bilgidir ve dolayısıyla teknolojidir. Artık sanayide işçilerin bir önemi yoktur. Ustabaşları, deneyimli teknikerler, mühendisler ve yöneticilerdir firmaları götüren. Sayıları işçilerin yanında çok azdır. Nispeten işçilere göre daha çok kazanırlar. Bu deneyimli kişiler, üretim yapılan makineleri kontrol ederler, kalite yaratırlar, maliyet düşürürler, verimlilik sağlarlar, deneyimlerini bir sonraki projelere aktarırlar, sistem ve standart oluştururlar ve çarkın durmasını engellerler. Peki işçiler? Onlar sadece kas güçlerini, dikkatlerini satarlar. Yerlerine yeni biri geldiğinde üretim verimliliği belki biraz düşer; ancak yeni işçi hızlıca toparlar. Bu nedenle de vazgeçilmez değildirler işçiler. Hatalarında işten çıkarılırlar, bağlayıcılıkları yoktur. Artık üretimi yüksek teknolojili makineler yapar çünkü.
Hal böyle olunca asgari ücretle çalıştırılırlar. Eflasyon ne çıkarsa o kadar zam alırlar. Geçim sıkıntısı çektikleri için okuyamazlar, kitap alamazlar, sadece renkli gazeteleri resimlerine bakmak ya da bulmaca çözmek için alırlar. Örgütlenmelerinin önüne türlü engeller çıkarılır. Örgütlenmenin ne olduğunu zaten bilmezler, önemini kavrayacak bir hayat duruşları da yoktur.
Gazetede yazanlara koşulsuz inanırlar. Televizyon toplumunu oluştururlar. Dizilere göre hayatlarını biçimlendirir, yarışma programlarını aralarında tartışır; kulaktan dolma bilgilerle birbirlerini yalan yanlış yönlendirir, yanlış yönde etkilerler. Hayatlarında sadece 8-12 saat çalıştıkları iş yerleri, evde televizyonları, yanlış algıladıkları ahlak kavramları ve “din” vardır. Geçim sıkıntısı çektiklerini bilirler; ancak televizyonlarda verilen “ekonomik büyüme” haberlerine inanmayı tercih ederler. Parti değil de sanki takım tutarlar. Partilerinin başarısızlığını sanki bir yenilgi olarak düşünüp, önümüzdeki “maç”larda kazanacaklarını düşünürler. Takım değiştirmek zaten olacak iş değildir onlar için.
Gelecekle ilgili kaygıları yoktur. Kısır geçirdikleri günü bitirmeye çalışırlar. Taksit yapmayı severler; ama toplam parayı ödeyeceklerini düşünmez, ayda ödeyecekleri paraya bakarak -almak istedikleri şeyi alacak gücü olmamasına rağmen- malı alır, mutlu olurlar. Aldıkları ürünlerle kendilerine “güya” statü yaratırlar; çünkü televizyonlarda gördükleri, olmak istedikleri kahramanlar böyle sükseli hayatlar geçirirler. Paralarını da bu tip gereksiz, kazançlarına göre lüks şeylere harcadıkları için kahvehanelerde sosyalleşir; gazete, kitap, sinema, konser ve benzeri kültürel etkinliklere -anlamadıkları için- bütçe ayırmazlar. Paraları da kalmamıştır zaten. Öyle ya, aldıkları parayla karnını mı doyursun, çocuklarını mı okutsun; ne yapsın...Ben bu sınıfı işçi sınıfı olarak görmemizin en büyük yanlış olduğunu düşünüyorum artık. Büyük çoğunluğunu bu kişilelerin oluşturduğu bu kültürel altyapısı olmayan, hayatı algılamaya çalışmayan, bulunduğu konumla ilgili fikri olmayan; yaşayışlarını hastalıklı bir ahlak ve yüzeysel bir dindarlık üzerine kuran sınıfın; ciddi bir eğitim reformu olmadan sağlıklı bir topluma dönüşebileceğini sanmıyorum. Oylar bu kişilerden geleceği için de bu yaşayış tarzlarını değiştirecek demokratik bir politik yapı durduk yere neden bindiği dalı kessin saptaması yaparak düzenin uzun süre bu şekilde devam edeceğine inanıyorum. Sosyal devlet algısı, sol hareket ve bilimin Türkiye tarafından algılanamayışının en büyük nedeninin de bu sınıf olduğunu düşünüyorum. İşte tam da bu noktada “toplumu ayağa kaldırmak” söyleminin altının boş olması ve günümüzde dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın, ciddi tepki verilmesi gereken politik hatalar bile toplum tarafından tepkisizlikle karşılanıyor. Tepki olması için bilinç gerekiyor ve maalesef bu bilinç kesinlikle ülkemizde bulunmuyor. İnsanların anlamadığı, sohbetlerde geçen “ nasıl oluyor da halk bunları görmüyor!” un nedeni de bu zaten. Ama aynı toplum, kafatası milliyetçiliği, yüzeysel dini anlayış ve hastalıklı ahlak söz konusu olduğu zaman rahatlıkla tepki veriyor ve bu konuda yapılan haberler karşılığını hemen buluyor.

Ben işçi sınıfının yazımın başlarında belirttiğim bilgi birikimi olan, deneyimli ustabaşları, mühendisler ve yöneticiler olduğunu düşünüyorum. Türkiye yeni yeni sanayileştiği için de üretim deneyimi olan, teknik açıdan kendini yetiştirmiş insanların sayısı maalesef çok az. Dolayısıyla bilinç seviyemizin de bununla doğru orantılı olduğuna inanıyorum.

İşte bu deneyimli kesim de iki sınıfın arasında kaldığına inanıyorum. Yukarıda anlatmaya çalıştığım sınıfla; firma sahipleri yani elinde parası ve sermayesi olan sınıftır. Bu kişilerin de gelirleri, toplumdaki konumları gereği keyfi yerinde olduğu için etliye sütlüye karışmayan, gemiyi nereye sürdüğünü bilmeyen ya da umursamayan, sadece yol boyunca uğraşlarla, risklerle geldikleri bu pozisyonu koruma içgüdüsüyle sesini çıkarmadığını görüyorüm. İşte arada kalmış işçi sınıfının en büyük ikilemi sanırım budur. Bu ikilem de aslında konjoktür gereği dünyanın içinde bulunduğu derin ekonomik krizi, en iyi şekilde değerlenmesi gereken Türkiye’nin, fark yaratarak, Çin, Güney Kore gibi gelişimini yeterli miktarda yapamamasına neden olmaktadır. Türkiye gelişiyormuş gibi görünmektedir ancak bu yapılan politik adımlardan çok, konjoktür gereği olduğunu artık nettir. Toplumsal olarak bu sürece yetişemediğimiz, ne yapsak da dahil olmadığımız için de gündemimizi tamamen çağdaşlıktan uzak, yanıtı değer kazandırmayan konular oluşturuyor.

Türkiye gelişmeyecek mi? Tabiki gelişecek. Yanıbaşımızda çalışma gücü gün geçtikçe azalan, yaşlı, motivasyonsuz bir avrupa ile müttefikimiz olan ve dünyayı kontrol etmeye çalışan ama eline yüzüne bulaştıran bir Amerika var. Bu ülkeler artık üretmemekte; ürettirmektedir. Patent savaşları yapmakta ve her gün teknoloji üretmektedir. Bu teknolojileri satacak, kullanacakları ürünleri üretecek, genç nüfusundan yararlanacağı; daha karışıklıktan kafalarını kaldırmamış, el değmemiş, sanayileşmemiş, kredi kartı olmayan ortadoğu ülkelerin pazarına yavaş yavaş gireceği bir sağlam kapı olan Türkiye yanıbaşlarında öylece yapayanlız durmaktadır. Türkiye’nin gelişmeyeceğini düşünmek için medyum ya da bilimadamı olmaya gerek yok. Kişisel olarak 2023 söyleminin bir vizyon değil, ne yaparsak yapalım kaçınılmaz olarak geleceğimiz bir nokta olduğunu düşünüyorum.

Ali Özgür Bozkurt

4-3-2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder