Adım Ali Özgür Bozkurt.
Adımı Sivas Yıldızeli Pamukpınar Köy Enstitüsü’nden mezun olmuş ve emekli bir
ilkokul öğretmeni olan dedem Ali Bozkurt’tan aldım. TÖS, TÖB-DER ve EĞİT-DER
kurucularındandır; TÖB-DER ve EĞİT-DER Genel Başkanlığı yapmıştır. Bu
örgütler ulusal en büyük ve güçlü
öğretmen örgütleriydi. Gündem yaratırdı. Şimdi ise Antalya’da keyifli bir
biçimde dinlenmeye devam etmektedir. Türkiye’nin unuttuğu önemli ve her
örgütçünün tanıması gereken aydınlarındandır. Yaşayan tarihtir. Babam Oğuz
Bozkurt ise 1980 darbesinden sonra kurulan ilk öğretmen sendikası olan
Egitim-İş kurucularındandır. Hal böyle olunca “Özgür” adı 1981 doğumlu olduğum
için verildi.
Size kendimi yakın
bulduğum ve görüşlerinize, saptamalarına değer verdiğim için yazmak istedim ve
aşağıda belirteceğim konuda yorumlarınızı almak istiyorum. Yaklaşık 4 yıldır
makalelerinizi ve yayınlarını dikkatle izlemeye çalışıyorum. Kullandığınız
dilin yalınlığı, olayları ve tarihi olabildiğince basitleştirerek herkesin
zorlanmadan takip edebileceği bir dil kulanmanızın okumayan – ya da okuyamayan
– toplumumuz için oldukça önemli bir duruş olduğunu belirteyim. Umarım yazıma zaman
ayırabilirsiniz ve yorumlarınızı benimle paylaşırsınız.
Atatürk, tarım toplumundan
bir mucize yaratıp bir devrime başladı. Hayatı malesef bu devrimi tamamlamaya
yetmedi. Bir kaç kuşak daha gerekiyordu devrimi tamamlamak ve kontrolu tam
anlamıyla halka vermek için. İsmet İnönü döneminde tek partili dönemden çok
partili döneme geçiş sağlandıktan sonra yozlaşma ciddi anlamda başladı. O andan
itibaren de herşeyi aynı şekilde şu anda bile yaşamaya devam ediyoruz.
Neredeyse her şey değişti, o zamanki konjonktür ile şu anı kıyaslamak pek
mümkün değil; ancak durum tamamen aynı. Tarihsel farklılığı görmezden
gelmediğimi belirtmek isterim.
Türkiye’de demokrasi
kavramını tartışırken durum değerlendirmesi hep şöyle yapılıyor: Türkiye tarım
toplumunda, sanayi devrimini yaşayamadığı için sınıflar oluşamadı. Devlet kendi
burjuvasını yaratmaya çalışsa da tamamen devlete bağlı bir ihale mantığı olması
nedeniyle hep kontrol altında ve birbirine muhtaç simbiyotik bir yapı oluştu.
Olmadı...
Sınıf bilinci oluşmayınca
Sivil Toplum Örgütleri oluşamadı. Oluşmaya başlandığı zaman engellendi.
Yalnızlaşan toplum kendi içine kapandı. Globalleşen dünyada olan biteni
kaçırdık. Teknoloji üretemedik. Yavaş yavaş fason üretimle tanıştık. Özal ile
birlikte kafalarımızı kaldırdık; ama onun liderliğinde olduğu için tam bir
çıkar ve rant anlayışı ortalığı sardı. Memleket sevdalısı ya da yurtsever
yöneticiler seçemediğimiz için de bütün kaynaklarımız çarçur edildi;
edilmekte... Şimdi yeni yeni “sanayileşiyoruz ve demokrasimiz de gelişiyor”
yalanları kulaklarımızda... Gülüyorum içim burkularak... İşte her şey bu noktada
duruyor ve gelecekle ilgili olarak demokrasi kavramının Türkiye’de nasıl
gelişeceği ile ilgili yüzeysel ve boş tartışmalar yapılıyor, umut ediliyor.
Benim saptamam da işte tam
da bu noktada oluşuyor. Otomotiv sektöründe %100 Türkiye sermayeli, global hizmet
veren bir yan sanayide 8 yıldır çalışan bir mühendisim. Otomotiv tüm
sanayilerin lokomatifi olduğu için, gerçekleri görmek ve gelecekle ilgili
saptama yapma konusunda avantajım olduğunu söyleyebilirim.
Sanayi devrimini kaçırdık,
doğru; ancak şu anda bence daha önemli bir süreci daha kaçırıyoruz: Türkiye’de
elinde para olan yatırımcılar –burjuva diyemiyorum– kurdukları firmalarda vergi
konusunda kestirme yolları buldukları ve devlete yakınlıkla teşvik aldıkları
için politik konularda herhangi bir açıklama yapamıyorlar. Hayat standartları
gereği keyifleri de yerinde olduğu için tercihlerini yandaşlıkta ya da
suskunlukla kullanıyorlar. Devleti yönetenler bu firma sahiplerine vergi
kontrollerinde zorluklar çıkarabiliyor ve çok ağır tazminatlar ödetebiliyorlar.
İşlerini doğru yapmayan ve vergilerini doğru düzgün ödemek yerine kullandıkları
bağlantılarla iş bitirerek halleden sermaye sahipleri edilgen oluyor.
Televizyonlarda bu insanları ülke vizyonu konusunda, çözümün nasıl olacağı
konusunda konuşurken hiç göremiyoruz. Ya da şöyle de denebilir: Yatlarıyla
dünyayı gezerken, dünyanın ünlü sanatçılarıyla partiler verirken, çocuklarını
evlendirirken ya da battıktan sonra fabrikaların önünde kafası önde poz
verirken görüyoruz. Neden? “Biz istihdam yaratıyoruz. Binlerce kişi
çalıştırıyoruz.” yalanları da cabası. Hep onlar zenginleşiyor; çalışan ise
yerinde sayıyor... Önümüzde kariyer diye yutturulmuş bir düş perdesi;
yükselmek, daha çok kazanmak, daha çok ve lüks tüketmek amacında hayatımızı bir
köle gibi geçirip gidiyoruz.
Sayın Kongar,
Sanayileşme artık
farklılaştı. “Artık robotlar var; insanlara gerek yok.” gibi bir sonuca
varmayacağım tabii ki… Çin orada öylece dururken... Sorun bilgidir ve
dolayısıyla teknolojidir. Artık sanayide işçilerin bir önemi yoktur. Ustabaşları,
deneyimli teknikerler, mühendisler ve yöneticilerdir firmaları götüren.
Sayıları işçilerin yanında çok azdır. Nispeten işçilere göre daha çok
kazanırlar. Bu deneyimli kişiler, üretim yapılan makineleri kontrol ederler,
kalite yaratırlar, maliyet düşürürler, verimlilik sağlarlar, deneyimlerini bir
sonraki projelere aktarırlar, sistem ve standart oluştururlar ve çarkın
durmasını engellerler. Peki işçiler? Onlar sadece kas güçlerini, dikkatlerini
satarlar. Yerlerine yeni biri geldiğinde üretim verimliliği belki biraz düşer;
ancak yeni işçi hızlıca toparlar. Bu nedenle de vazgeçilmez değildirler
işçiler. Hatalarında işten çıkarılırlar, bağlayıcılıkları yoktur. Artık üretimi
yüksek teknolojili makineler yapar çünkü.
Hal böyle olunca asgari
ücretle çalıştırılırlar. Eflasyon ne çıkarsa o kadar zam alırlar. Geçim
sıkıntısı çektikleri için okuyamazlar, kitap alamazlar, sadece renkli
gazeteleri resimlerine bakmak ya da bulmaca çözmek için alırlar.
Örgütlenmelerinin önüne türlü engeller çıkarılır. Örgütlenmenin ne olduğunu
zaten bilmezler, önemini kavrayacak bir hayat duruşları da yoktur.
Gazetede yazanlara
koşulsuz inanırlar. Televizyon toplumunu oluştururlar. Dizilere göre
hayatlarını biçimlendirir, yarışma programlarını aralarında tartışır; kulaktan
dolma bilgilerle birbirlerini yalan yanlış yönlendirir, yanlış yönde
etkilerler. Hayatlarında sadece 8-12 saat çalıştıkları iş yerleri, evde
televizyonları, yanlış algıladıkları ahlak kavramları ve “din” vardır. Geçim
sıkıntısı çektiklerini bilirler; ancak televizyonlarda verilen “ekonomik
büyüme” haberlerine inanmayı tercih ederler. Parti değil de sanki takım
tutarlar. Partilerinin başarısızlığını sanki bir yenilgi olarak düşünüp,
önümüzdeki “maç”larda kazanacaklarını düşünürler. Takım değiştirmek zaten
olacak iş değildir onlar için.
Gelecekle ilgili kaygıları
yoktur. Kısır geçirdikleri günü bitirmeye çalışırlar. Taksit yapmayı severler;
ama toplam parayı ödeyeceklerini düşünmez, ayda ödeyecekleri paraya bakarak
-almak istedikleri şeyi alacak gücü olmamasına rağmen- malı alır, mutlu
olurlar. Aldıkları ürünlerle kendilerine “güya” statü yaratırlar; çünkü
televizyonlarda gördükleri, olmak istedikleri kahramanlar böyle sükseli
hayatlar geçirirler. Paralarını da bu tip gereksiz, kazançlarına göre lüks
şeylere harcadıkları için kahvehanelerde sosyalleşir; gazete, kitap, sinema,
konser ve benzeri kültürel etkinliklere -anlamadıkları için- bütçe ayırmazlar.
Paraları da kalmamıştır zaten. Öyle ya, aldıkları parayla karnını mı doyursun,
çocuklarını mı okutsun; ne yapsın...Ben bu sınıfı işçi sınıfı olarak görmemizin
en büyük yanlış olduğunu düşünüyorum artık. Büyük çoğunluğunu bu kişilelerin
oluşturduğu bu kültürel altyapısı olmayan, hayatı algılamaya çalışmayan,
bulunduğu konumla ilgili fikri olmayan; yaşayışlarını hastalıklı bir ahlak ve
yüzeysel bir dindarlık üzerine kuran sınıfın; ciddi bir eğitim reformu olmadan
sağlıklı bir topluma dönüşebileceğini sanmıyorum. Oylar bu kişilerden geleceği
için de bu yaşayış tarzlarını değiştirecek demokratik bir politik yapı durduk
yere neden bindiği dalı kessin saptaması yaparak düzenin uzun süre bu şekilde
devam edeceğine inanıyorum. Sosyal devlet algısı, sol hareket ve bilimin
Türkiye tarafından algılanamayışının en büyük nedeninin de bu sınıf olduğunu
düşünüyorum. İşte tam da bu noktada “toplumu ayağa kaldırmak” söyleminin
altının boş olması ve günümüzde dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın, ciddi
tepki verilmesi gereken politik hatalar bile toplum tarafından tepkisizlikle
karşılanıyor. Tepki olması için bilinç gerekiyor ve maalesef bu bilinç
kesinlikle ülkemizde bulunmuyor. İnsanların anlamadığı, sohbetlerde geçen “
nasıl oluyor da halk bunları görmüyor!” un nedeni de bu zaten. Ama aynı toplum,
kafatası milliyetçiliği, yüzeysel dini anlayış ve hastalıklı ahlak söz konusu
olduğu zaman rahatlıkla tepki veriyor ve bu konuda yapılan haberler karşılığını
hemen buluyor.
Ben işçi sınıfının yazımın
başlarında belirttiğim bilgi birikimi olan, deneyimli ustabaşları, mühendisler
ve yöneticiler olduğunu düşünüyorum. Türkiye yeni yeni sanayileştiği için de
üretim deneyimi olan, teknik açıdan kendini yetiştirmiş insanların sayısı maalesef
çok az. Dolayısıyla bilinç seviyemizin de bununla doğru orantılı olduğuna
inanıyorum.
İşte bu deneyimli kesim de
iki sınıfın arasında kaldığına inanıyorum. Yukarıda anlatmaya çalıştığım
sınıfla; firma sahipleri yani elinde parası ve sermayesi olan sınıftır. Bu
kişilerin de gelirleri, toplumdaki konumları gereği keyfi yerinde olduğu için
etliye sütlüye karışmayan, gemiyi nereye sürdüğünü bilmeyen ya da umursamayan, sadece
yol boyunca uğraşlarla, risklerle geldikleri bu pozisyonu koruma içgüdüsüyle
sesini çıkarmadığını görüyorüm. İşte arada kalmış işçi sınıfının en büyük
ikilemi sanırım budur. Bu ikilem de aslında konjoktür gereği dünyanın içinde
bulunduğu derin ekonomik krizi, en iyi şekilde değerlenmesi gereken
Türkiye’nin, fark yaratarak, Çin, Güney Kore gibi gelişimini yeterli miktarda
yapamamasına neden olmaktadır. Türkiye gelişiyormuş gibi görünmektedir ancak bu
yapılan politik adımlardan çok, konjoktür gereği olduğunu artık nettir.
Toplumsal olarak bu sürece yetişemediğimiz, ne yapsak da dahil olmadığımız için
de gündemimizi tamamen çağdaşlıktan uzak, yanıtı değer kazandırmayan konular
oluşturuyor.
Türkiye gelişmeyecek mi?
Tabiki gelişecek. Yanıbaşımızda çalışma gücü gün geçtikçe azalan, yaşlı,
motivasyonsuz bir avrupa ile müttefikimiz olan ve dünyayı kontrol etmeye
çalışan ama eline yüzüne bulaştıran bir Amerika var. Bu ülkeler artık
üretmemekte; ürettirmektedir. Patent savaşları yapmakta ve her gün teknoloji
üretmektedir. Bu teknolojileri satacak, kullanacakları ürünleri üretecek, genç
nüfusundan yararlanacağı; daha karışıklıktan kafalarını kaldırmamış, el
değmemiş, sanayileşmemiş, kredi kartı olmayan ortadoğu ülkelerin pazarına yavaş
yavaş gireceği bir sağlam kapı olan Türkiye yanıbaşlarında öylece yapayanlız
durmaktadır. Türkiye’nin gelişmeyeceğini düşünmek için medyum ya da bilimadamı
olmaya gerek yok. Kişisel olarak 2023 söyleminin bir vizyon değil, ne yaparsak
yapalım kaçınılmaz olarak geleceğimiz bir nokta olduğunu düşünüyorum.
Ali Özgür Bozkurt
4-3-2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder