23 Ağustos 2013 Cuma

GEZİ PARKI OLAYLARI

GEZİ PARKI

Halkın, göreceli olarak daha önemli olaylar olmasına rağmen pek tepki vermeyen genç kesiminde bir patlama yaşandı; haklı bir eylem olduğu için evrildi ve günlerdir yurdun özellikle büyük şehirlerinde protestolar düzenleniyor... Bu olayların olumlu bir gelişme olmadığının düşünülmesi, pek zordur ve anlamsızdır. Başlı başına bir kilometretaşı olduğu ve gerçek tarih sayfalarına girdiği de nettir. Bu noktada olanları çok olumlu buluyor, belli bir mesafede başından beri destekliyorum.
Sanayi devrimini 15-20 yıla sığdırmaya çalışan bir ekonomik yapımız var. Yanı sıra ideolojik bilincin oluşmasını engelleyen; yaşam kalitesini, insan hakları ve özgürlüklerini katleden darbeler yaşamış bir halkız. Birçok ekonomik krizi ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nı yaşamış; son 60 yıldır hiçbir hükümet tarafından doğru dürüst ve yurtsever bir çerçevede yönetilmemiş olan ülkem Türkiye’nin bir yol ayrımına geldiği görülüyor. Seçilecek yolun bizi nereye götüreceğini bilmek, bu dünya düzeninde, pek de mümkün değil. Çünkü halkların, günümüz dünyasının siyasal, ekonomik yapısı içinde, geleceklerini belirlemesi maalesef pek mümkün değil sürdürülebilir olarak... En azından bizim coğrafyamızda...

Bu noktada, olan olayları doğru biçimde okumak, bu doğru protestoların iyiye ve güzele yönlendirilmesi için oldukça önemlidir.

Başından beri dikkatli olarak izlediğim olayların en çarpıcı noktası bu eylemleri başlatan ve sonrasında destek veren kişilerin sosyolojik durumlarıdır. Yaş olarak bu kuşağa yakın olduğum için net bir biçimde söyleyebilirim ki bu olay başlı başına politik; ancak eylemleri başlatanlar tarafından politik olmadığı savunulan enteresan bir olaydır. Sanatçılar, politikacılar ve eylemcilerin, üzerine basa basa bu eylemlerin politik bir eylem olmadığı söylemeleri, benim biraz rahatsız olduğum bir tavır. Ancak sanırım genelde tutucu, liberal ve sağcı olan vatandaşların tepkisini çekmemek; hatta bir bölümünün desteğini almak adına özellikle vurgulanan bir olgu diye okuyorum bu tavrı. Görece olarak da halkın belli bir bölümünün desteğini bu şekilde sağlanabildi. Türkiye halkının genel anlamda "sokaklarda" eylem yapan insanları pek sevmediği-maalesef- bilinen bir gerçekliktir; üstüne üstlük bir de eleştirir.

Ülkemiz demokratik bir ülke olsaydı (demokratik bir ülkede de bu olmazdı ama), bu eylemlerin tüm dünyada büyük bir şaşkınlık ve inanılmaz bir sempati yaratacağını düşünüyorum. Fakat Türkiye’de yaşadığımızı göz ardı edemeyiz. Eylemler sırasında yazarlar, sanatçılar, politikacılar; yani Türkiye gündeminde bir "yer"i olan kişiler, eylemcilerin yapısını, duruşunu şaşkınlıkla karşıladılar. Saydığım insanların bu gençliği tanımaması çok acınasıydı, trajikomikti. Şimdiye kadar seslerini çıkaramayan ya da duyuramayan sanatçıların ve sesi bir biçimde kesilen, yandaş olan medya ve medya çalışanlarının-anlayamadıkları bu durum nedeniyle- yüzlerinin güldüğü net olarak görülüyor. Onlar da otoriter devlet baskısına karşın bu akarsuya kendilerini bıraktılar. Bu nedenle de ciddi bir olaydır bu… Bir olgu (fenomen) olarak karşımızdadır.

Gelelim olayların ideolojik olmadığı savına… Ortada birçok eleştirinin olması, farklı düşüncede birçok insanın farklı söylemi, hükümetin gerçek bir muhatap bulmasını güçleştirdi. Hoş muhatap arayan da yoktu ya… Başbakan yurt dışındayken, kimi STK’lar Cumhurbaşkanı ile görüşerek 7 maddelik bir "istek" listesi sundular. Bu listedekilerin bir-ikisi dışındakilerin Gezi eylemlerine neden olan sorunların kaynağına inmeye çalışmak şöyle dursun, bu eylemleri kullanarak fayda sağlama ve ayar vermek için kullanıldığını düşünüyorum fırsat bulmuşken. İşte tam da bu nedenle eylemlerin devam etmesinin nedenini yalnızca Başbakan’ın söylemlerine bağlamanın dışında, bu maddelerin eylemcilerin düşüncelerinin ve isteklerinin tam olarak yansıtmaması olarak da görmek gerekir. Çünkü insan hakları, özgürlük ve demokrasi kavramları bu tip sığ maddelere indirgenemez.

Aslında eylemler bal gibi ideolojiktir. Ancak eylemleri başlatan genç kitleler -politik bilinçten yoksun oldukları için- yaptıkları eylemi sınıflandıramamakta; hatta ve belki de kavrayamamaktadır. Ancak ne olursa olsun bu eylemin katılımcısı bu gençler politik olarak çok kısa bir sürede evrilecektir; diyalektik bilinç bu evrilmenin bazen beklenenin aksine çok kısa bir sürede olabileceğini öğretir bize. Dert demokratik bir ülkede, hukuku ve evrensel insan haklarını temel alan tam bağımsız bir ülkede, özgür bir birey olarak yaşamak istemektir. Bu istemlere yönelik eylemler nasıl ideolojik olmaz?

Özellikle 12 Eylül sonrasında sola vurulan büyük darbe sonucunda bir şekilde ayakta kalan, arkadaşlarını, akrabalarını, liderlerini, rol modellerini -o güzel insanları- kaybeden kesim; çocuklarını politikadan, protestolardan, eylemlerden, hak arama yollarından uzak tutmuş, aynı acıları yaşayacaklarını düşünerek, içgüdüsel olarak herhangi bir isyanı dile getirmelerini engellemiştir. Tabiki kimi anne-baba bunu "başaramamış"tır; ancak çoğunun başardığı “Gezi Eylemleri” pratiğine kadar nettir. 20’li, 30’lu yaşlara kadar "felsefenin temel ilkeleri konusunda bilgisiz, ideolojik olmayı reddeden, anne ve babalarının çocukluklarına göre çok şımarık yetiştirilen, büyük oranda teknolojiyle birlikte diğer nesillere göre bencil ve yalnız" bu kuşaktan elle tutulur bir ideolojik tavır beklenmesi belki de son 30 yılı bu bakış açısıyla değerlendirememekten kaynaklanıyor. 12 Eylül faşist darbesini ensesinde hisseden birçok sağcı anne-baba için de durum farklı değildir, diye düşünüyorum. İşte bu eylemleri gerçekleştiren topluluk, genel olarak bu insanların çocuklarıdır.

Bu nedenledir ki; ne Ergenekon davası, akıl almaz tutukluluk süreleri, Odatv davaları, haksız ve hukuksuz göz altına almalar, medyanın işlevsizleştirilmesi ve yandaşlaşması, Deniz Feneri ve daha gündeme gelmeyen bir çok yolsuzluk, rant için doğanın katledilmesi, HES’ler, kadınların öldürülmesi, eğitim kurumlarının ve uygulamalarının çorbaya dönmesi, 4+4+4, Alevilere ve azınlıklara yönelik kışkırtıcı, aşağılayıcı söylem ve politikalar, Uludere katliamı, devletin antidemokratik uygulamaları, dış politikanın çöküşü, Suriye yaklaşımı, Reyhanlı ve ne de son aylarda dikte edilen yasaklamalar ve sözde büyük inşaat projelerine kadar ciddi, toplumu kapsayan, arkasına alan bir eylem yapılamamıştır. Ancak tüm bu olaylar, toplumu çok uzaklara ok atacak bir yay gibi germiş; Gezi olaylarında polisin acımasızca, gaddarca ve kinle saldırısı ile de ok yaydan çıkmıştır. İki-üç ağacın kesilmesini engellemek için yapılan eylemler olarak okumasından da hükümetin olayları hiç ama hiç anlamadığı anlaşılmaktadır. Olayları yumuşatacak bir politika üretemeyip kolaya kaçması, her şeyi zamana bırakma yoluna gitmesi de yaklaşık 11 yıldır devleti yöneten AKP’nin iyice çaresiz bir durumla karşı karşıya olduğunu göstermektedir.

Ne gariptir ki yaptığı eylemin nerelere gidebileceğini bilemeyen bir toplulukla, ne yapması gerektiğine karar veremeyen bir hükümet karşı karşıyadır. İlginç bir süreç yaşanıyor. Bu noktada sorunu çözecek olan hükümettir. İyiye ya da çok kötüye evrilmesine Başbakan karar verecektir; bu, çok ince bir çizgidir. Gerçek aydınların, yurtseverlerin duydukları kaygının nedeni de sonucun tek kişinin ağzından çıkacak bir çift söze bağlı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu ise gerçek bir demokraside söz konusu bile olmayan bir durumdur.

Şu ana kadar ki yaşamışlıkları, kültürel konumu, çevresindeki insanların ve danışmanlarının verdikleri bilgiler ve dünya görüşü çerçevesinde karar verecek olan Başbakan, yangına körükle gitmeyi sürdürürse iş çok ciddileşecektir. Kaygı budur ve maalesef bu eylemler süresince Başbakanın basın toplantısındaki söylemleri bu kaygıyı daha da arttırmaktadır. Dünyada ve ülkemizde birçok "akil" insan bu süreci dikkatli biçimde izlemekte ve nasıl konumlanması gerektiğini değerlendirmektedir. Her iki kanadın, olayların nereye gideceği konusunda fikri olmadığı bir dönemde bu şekilde konumlananların olması gereklidir ve sağlıklıdır. Sürecin iyiye evrilmesinde sağduyu çok önemli bir parametredir.

Her şeyden önemlisi, gelişmiş toplumlarda yıllarca kanlı bir biçimde yaşanan demokratikleşme süreci, Türkiye’de tarihsel olarak, teknolojinin ve bilimin sayesinde nispeten daha insancıl ilerlemektedir. Bu çok önemli bir avantajdır. Ancak seküler yapı konusunda hala çok geri olduğumuz da açıktır. Demokratikleşme ve laiklik kavramları birbirinden ayrı düşünülemez. Çünkü din, her zaman sağcı politikacılar tarafından kullanılmış ve insanların temiz duyguları sömürülmüştür. Bu noktada din odaklı partilere oy veren halkın, laiklik konusundaki tutumu, diğer partilere oy verenlere göre çok geridedir. Korkutucu olan, o kanadı temsil eden bir partinin güçlü biçimde iktidarda olmasıdır. Başbakanın söylemleri ve diğer partililerin buna karşı "adam gibi" mücadele edememesi korkuyu arttırmaktadır. Özellikle son beş yıldır yürütülen politikalarla bu günyüzüne çıkmıştır. Kuzey Afrika gezisinden sonra otobüs konuşmasına giden halkın pankartları ve sloganları da bunlara örnek olarak verilebilir.

Devlet adamlarının bu süreci bir demokratikleşme süreci olarak görüp kitlelerle inatlaşarak aldıkları kararlardan vazgeçmeleri, toplumun her kesimini kucaklayıcı ve barışçıl bir söylemle bunu dile getirmeleri gereklidir. Yapılacak icraatlar nedenleriyle birlikte halka tek tek açıklanmalıdır. Mevcut söylemler sürdürülürse gerginlik artar, kaotik bir süreç güçlü bir ülke olma yolundaki ülkemiz için çok büyük ve geri gelmeyecek zaman kayıplarına yol açar. Toplumda olabilecek bir kırılmanın sonucunda olacakları düşünmek bile istemiyorum.

Ülkeyi yönetenlere seçimlerle karar verilir. Ve şu anda yamalı bohçaya dönmüş anayasamızla çoğulcu bir seçim yapılması mümkün değildir. Bu eylemlerin gerçek bir sonuç doğurması isteniyorsa, bir sonraki seçimlerde daha dengeli bir TBMM olmalıdır. Seçim barajı kaldırılmalı, her görüşün parlamentoda temsiline izin verilmelidir. Siyasi Partiler Kanunu tüm demokratik öğeleri kapsayacak biçimde yenilenmelidir.

Bu eylemciler birilerine oy vermelidir ki temsil edilsinler ve istekleri de yerine getirilsin. Aksi durumda demokratik olduğu söylenen bir ülkede her antidemokratik uygulamaya karşı eylem yapmaya kalkılırsa, sanırım eylemsiz gün olmayacaktır. Muhalefet partileri tam anlamıyla çuvallamıştır. Halkın bu isyanını daha güçlü biçimde temsil edecek bir yapının oluşturulması gerekmektedir. Ve en nihayetinde yeni bir anayasa şarttır.

Peki politik olmayan bu kuşak seçimlerde nasıl pozisyon alacaktır? Nereye yönelenecektir? Bunu zaman gösterecektir. Kime oy verecekleri belli değildir. Oy vermenin önemini bile kavrayabildiklerini sanmıyorum. Bu nedenledir ki birçoğunun ilk kez böyle eylemlere katılıp, devlet şiddeti görmesi onları ister istemez politize edecektir. Sol muhalefet partileri bu sorunu çözmelidir. Bu gençlerin özgürlük istedikleri unutulmamalıdır.

Bu aşamada yapılacak şey; Atatürk’ü seven, sevmese de ona saygı duyan; insan hak ve özgürlüklerini sonuna kadar savunan; gelecekle ilgili mantıklı, sosyal ve ekonomik projeler ortaya koymak isteyen, dünyayı anlayan, teknolojinin önemini kavrayan, özgürlükçü, güçler ayrılığını tartışmasız savunan, yurtsever, kendi cebine göre değil, halk merkezci konumlanan tüm benzer ideolojideki sol-sosyal demokrat siyasal partilerin bir çatıda, hiçbir çıkar tartışmasına girmeden ve "özel" pazarlık maddeleri ortaya koymadan birleşmesi adımının atılmasıdır. Sonrasında yapılacak iş de görüşlerini geniş kitlelere duyurmak için tüm iletişim yöntem ve elemanlarını devreye sokup genel seçimlerde iktidar olmaya çalışmaktır.

Umalım seçim sonrasında daha dengeli bir TBMM yapısı, sadece halkının çıkarlarını düşünen, ahlaklı ve yurtsever milletvekili profili olur da yıllardır süren bu talan ve kibir tiyatrosu biter. Olmazsa, son 60 yılda olduğu gibi benzer oyunculuklar izleyip hayıflanır dururuz.

Ali Özgür Bozkurt

08 Haziran 2013, İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder