GEZİ PARKI
Halkın, göreceli olarak
daha önemli olaylar olmasına rağmen pek tepki vermeyen genç kesiminde bir
patlama yaşandı; haklı bir eylem olduğu için evrildi ve günlerdir yurdun
özellikle büyük şehirlerinde protestolar düzenleniyor... Bu olayların olumlu
bir gelişme olmadığının düşünülmesi, pek zordur ve anlamsızdır. Başlı başına
bir kilometretaşı olduğu ve gerçek tarih sayfalarına girdiği de nettir. Bu
noktada olanları çok olumlu buluyor, belli bir mesafede başından beri destekliyorum.
Sanayi devrimini 15-20
yıla sığdırmaya çalışan bir ekonomik yapımız var. Yanı sıra ideolojik bilincin
oluşmasını engelleyen; yaşam kalitesini, insan hakları ve özgürlüklerini
katleden darbeler yaşamış bir halkız. Birçok ekonomik krizi ve 2. Emperyalist
Paylaşım Savaşı'nı yaşamış; son 60 yıldır hiçbir hükümet tarafından doğru dürüst
ve yurtsever bir çerçevede yönetilmemiş olan ülkem Türkiye’nin bir yol ayrımına
geldiği görülüyor. Seçilecek yolun bizi nereye götüreceğini bilmek, bu dünya
düzeninde, pek de mümkün değil. Çünkü halkların, günümüz dünyasının siyasal,
ekonomik yapısı içinde, geleceklerini belirlemesi maalesef pek mümkün değil sürdürülebilir
olarak... En azından bizim coğrafyamızda...
Bu noktada, olan olayları
doğru biçimde okumak, bu doğru protestoların iyiye ve güzele yönlendirilmesi
için oldukça önemlidir.
Başından beri dikkatli
olarak izlediğim olayların en çarpıcı noktası bu eylemleri başlatan ve
sonrasında destek veren kişilerin sosyolojik durumlarıdır. Yaş olarak bu kuşağa
yakın olduğum için net bir biçimde söyleyebilirim ki bu olay başlı başına politik;
ancak eylemleri başlatanlar tarafından politik olmadığı savunulan enteresan bir
olaydır. Sanatçılar, politikacılar ve eylemcilerin, üzerine basa basa bu
eylemlerin politik bir eylem olmadığı söylemeleri, benim biraz rahatsız olduğum
bir tavır. Ancak sanırım genelde tutucu, liberal ve sağcı olan vatandaşların
tepkisini çekmemek; hatta bir bölümünün desteğini almak adına özellikle vurgulanan
bir olgu diye okuyorum bu tavrı. Görece olarak da halkın belli bir bölümünün
desteğini bu şekilde sağlanabildi. Türkiye halkının genel anlamda "sokaklarda"
eylem yapan insanları pek sevmediği-maalesef- bilinen bir gerçekliktir; üstüne
üstlük bir de eleştirir.
Ülkemiz demokratik bir
ülke olsaydı (demokratik bir ülkede de bu olmazdı ama), bu eylemlerin tüm
dünyada büyük bir şaşkınlık ve inanılmaz bir sempati yaratacağını düşünüyorum. Fakat
Türkiye’de yaşadığımızı göz ardı edemeyiz. Eylemler sırasında yazarlar,
sanatçılar, politikacılar; yani Türkiye gündeminde bir "yer"i olan
kişiler, eylemcilerin yapısını, duruşunu şaşkınlıkla karşıladılar. Saydığım
insanların bu gençliği tanımaması çok acınasıydı, trajikomikti. Şimdiye kadar
seslerini çıkaramayan ya da duyuramayan sanatçıların ve sesi bir biçimde kesilen,
yandaş olan medya ve medya çalışanlarının-anlayamadıkları bu durum nedeniyle- yüzlerinin
güldüğü net olarak görülüyor. Onlar da otoriter devlet baskısına karşın bu
akarsuya kendilerini bıraktılar. Bu nedenle de ciddi bir olaydır bu… Bir olgu
(fenomen) olarak karşımızdadır.
Gelelim olayların
ideolojik olmadığı savına… Ortada birçok eleştirinin olması, farklı düşüncede birçok
insanın farklı söylemi, hükümetin gerçek bir muhatap bulmasını güçleştirdi. Hoş
muhatap arayan da yoktu ya… Başbakan yurt dışındayken, kimi STK’lar
Cumhurbaşkanı ile görüşerek 7 maddelik bir "istek" listesi sundular.
Bu listedekilerin bir-ikisi dışındakilerin Gezi eylemlerine neden olan sorunların
kaynağına inmeye çalışmak şöyle dursun, bu eylemleri kullanarak fayda sağlama ve
ayar vermek için kullanıldığını düşünüyorum fırsat bulmuşken. İşte tam da bu
nedenle eylemlerin devam etmesinin nedenini yalnızca Başbakan’ın söylemlerine
bağlamanın dışında, bu maddelerin eylemcilerin düşüncelerinin ve isteklerinin
tam olarak yansıtmaması olarak da görmek gerekir. Çünkü insan hakları, özgürlük
ve demokrasi kavramları bu tip sığ maddelere indirgenemez.
Aslında eylemler bal gibi
ideolojiktir. Ancak eylemleri başlatan genç kitleler -politik bilinçten yoksun oldukları
için- yaptıkları eylemi sınıflandıramamakta; hatta ve belki de kavrayamamaktadır.
Ancak ne olursa olsun bu eylemin katılımcısı bu gençler politik olarak çok kısa
bir sürede evrilecektir; diyalektik bilinç bu evrilmenin bazen beklenenin
aksine çok kısa bir sürede olabileceğini öğretir bize. Dert demokratik bir
ülkede, hukuku ve evrensel insan haklarını temel alan tam bağımsız bir ülkede,
özgür bir birey olarak yaşamak istemektir. Bu istemlere yönelik eylemler nasıl
ideolojik olmaz?
Özellikle 12 Eylül
sonrasında sola vurulan büyük darbe sonucunda bir şekilde ayakta kalan,
arkadaşlarını, akrabalarını, liderlerini, rol modellerini -o güzel insanları-
kaybeden kesim; çocuklarını politikadan, protestolardan, eylemlerden, hak arama
yollarından uzak tutmuş, aynı acıları yaşayacaklarını düşünerek, içgüdüsel
olarak herhangi bir isyanı dile getirmelerini engellemiştir. Tabiki kimi
anne-baba bunu "başaramamış"tır; ancak çoğunun başardığı “Gezi
Eylemleri” pratiğine kadar nettir. 20’li, 30’lu yaşlara kadar "felsefenin
temel ilkeleri konusunda bilgisiz, ideolojik olmayı reddeden, anne ve babalarının
çocukluklarına göre çok şımarık yetiştirilen, büyük oranda teknolojiyle
birlikte diğer nesillere göre bencil ve yalnız" bu kuşaktan elle
tutulur bir ideolojik tavır beklenmesi belki de son 30 yılı bu bakış açısıyla değerlendirememekten
kaynaklanıyor. 12 Eylül faşist darbesini ensesinde hisseden birçok sağcı
anne-baba için de durum farklı değildir, diye düşünüyorum. İşte bu eylemleri
gerçekleştiren topluluk, genel olarak bu insanların çocuklarıdır.
Bu nedenledir ki; ne Ergenekon
davası, akıl almaz tutukluluk süreleri, Odatv davaları, haksız ve hukuksuz göz
altına almalar, medyanın işlevsizleştirilmesi ve yandaşlaşması, Deniz Feneri ve
daha gündeme gelmeyen bir çok yolsuzluk, rant için doğanın katledilmesi,
HES’ler, kadınların öldürülmesi, eğitim kurumlarının ve uygulamalarının çorbaya
dönmesi, 4+4+4, Alevilere ve azınlıklara yönelik kışkırtıcı, aşağılayıcı söylem
ve politikalar, Uludere katliamı, devletin antidemokratik uygulamaları, dış
politikanın çöküşü, Suriye yaklaşımı, Reyhanlı ve ne de son aylarda dikte
edilen yasaklamalar ve sözde büyük inşaat projelerine kadar ciddi, toplumu
kapsayan, arkasına alan bir eylem yapılamamıştır. Ancak tüm bu olaylar, toplumu
çok uzaklara ok atacak bir yay gibi germiş; Gezi olaylarında polisin acımasızca,
gaddarca ve kinle saldırısı ile de ok yaydan çıkmıştır. İki-üç ağacın
kesilmesini engellemek için yapılan eylemler olarak okumasından da hükümetin
olayları hiç ama hiç anlamadığı anlaşılmaktadır. Olayları yumuşatacak bir
politika üretemeyip kolaya kaçması, her şeyi zamana bırakma yoluna gitmesi de yaklaşık
11 yıldır devleti yöneten AKP’nin iyice çaresiz bir durumla karşı karşıya
olduğunu göstermektedir.
Ne gariptir ki yaptığı
eylemin nerelere gidebileceğini bilemeyen bir toplulukla, ne yapması
gerektiğine karar veremeyen bir hükümet karşı karşıyadır. İlginç bir süreç
yaşanıyor. Bu noktada sorunu çözecek olan hükümettir. İyiye ya da çok kötüye
evrilmesine Başbakan karar verecektir; bu, çok ince bir çizgidir. Gerçek
aydınların, yurtseverlerin duydukları kaygının nedeni de sonucun tek kişinin
ağzından çıkacak bir çift söze bağlı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu ise
gerçek bir demokraside söz konusu bile olmayan bir durumdur.
Şu ana kadar ki
yaşamışlıkları, kültürel konumu, çevresindeki insanların ve danışmanlarının
verdikleri bilgiler ve dünya görüşü çerçevesinde karar verecek olan Başbakan,
yangına körükle gitmeyi sürdürürse iş çok ciddileşecektir. Kaygı budur ve maalesef
bu eylemler süresince Başbakanın basın toplantısındaki söylemleri bu kaygıyı daha
da arttırmaktadır. Dünyada ve ülkemizde birçok "akil" insan bu süreci
dikkatli biçimde izlemekte ve nasıl konumlanması gerektiğini
değerlendirmektedir. Her iki kanadın, olayların nereye gideceği konusunda fikri
olmadığı bir dönemde bu şekilde konumlananların olması gereklidir ve
sağlıklıdır. Sürecin iyiye evrilmesinde sağduyu çok önemli bir parametredir.
Her şeyden önemlisi,
gelişmiş toplumlarda yıllarca kanlı bir biçimde yaşanan demokratikleşme süreci,
Türkiye’de tarihsel olarak, teknolojinin ve bilimin sayesinde nispeten daha insancıl
ilerlemektedir. Bu çok önemli bir avantajdır. Ancak seküler yapı konusunda hala
çok geri olduğumuz da açıktır. Demokratikleşme ve laiklik kavramları
birbirinden ayrı düşünülemez. Çünkü din, her zaman sağcı politikacılar
tarafından kullanılmış ve insanların temiz duyguları sömürülmüştür. Bu noktada
din odaklı partilere oy veren halkın, laiklik konusundaki tutumu, diğer
partilere oy verenlere göre çok geridedir. Korkutucu olan, o kanadı temsil eden
bir partinin güçlü biçimde iktidarda olmasıdır. Başbakanın söylemleri ve diğer
partililerin buna karşı "adam gibi" mücadele edememesi korkuyu
arttırmaktadır. Özellikle son beş yıldır yürütülen politikalarla bu günyüzüne
çıkmıştır. Kuzey Afrika gezisinden sonra otobüs konuşmasına giden halkın pankartları
ve sloganları da bunlara örnek olarak verilebilir.
Devlet adamlarının bu
süreci bir demokratikleşme süreci olarak görüp kitlelerle inatlaşarak aldıkları
kararlardan vazgeçmeleri, toplumun her kesimini kucaklayıcı ve barışçıl bir
söylemle bunu dile getirmeleri gereklidir. Yapılacak icraatlar nedenleriyle birlikte
halka tek tek açıklanmalıdır. Mevcut söylemler sürdürülürse gerginlik artar,
kaotik bir süreç güçlü bir ülke olma yolundaki ülkemiz için çok büyük ve geri
gelmeyecek zaman kayıplarına yol açar. Toplumda olabilecek bir kırılmanın
sonucunda olacakları düşünmek bile istemiyorum.
Ülkeyi yönetenlere
seçimlerle karar verilir. Ve şu anda yamalı bohçaya dönmüş anayasamızla çoğulcu
bir seçim yapılması mümkün değildir. Bu eylemlerin gerçek bir sonuç doğurması
isteniyorsa, bir sonraki seçimlerde daha dengeli bir TBMM olmalıdır. Seçim
barajı kaldırılmalı, her görüşün parlamentoda temsiline izin verilmelidir.
Siyasi Partiler Kanunu tüm demokratik öğeleri kapsayacak biçimde yenilenmelidir.
Bu eylemciler birilerine
oy vermelidir ki temsil edilsinler ve istekleri de yerine getirilsin. Aksi
durumda demokratik olduğu söylenen bir ülkede her antidemokratik uygulamaya karşı
eylem yapmaya kalkılırsa, sanırım eylemsiz gün olmayacaktır. Muhalefet
partileri tam anlamıyla çuvallamıştır. Halkın bu isyanını daha güçlü biçimde
temsil edecek bir yapının oluşturulması gerekmektedir. Ve en nihayetinde yeni
bir anayasa şarttır.
Peki politik olmayan bu kuşak
seçimlerde nasıl pozisyon alacaktır? Nereye yönelenecektir? Bunu zaman
gösterecektir. Kime oy verecekleri belli değildir. Oy vermenin önemini bile
kavrayabildiklerini sanmıyorum. Bu nedenledir ki birçoğunun ilk kez böyle
eylemlere katılıp, devlet şiddeti görmesi onları ister istemez politize
edecektir. Sol muhalefet partileri bu sorunu çözmelidir. Bu gençlerin özgürlük
istedikleri unutulmamalıdır.
Bu aşamada yapılacak şey; Atatürk’ü
seven, sevmese de ona saygı duyan; insan hak ve özgürlüklerini sonuna kadar
savunan; gelecekle ilgili mantıklı, sosyal ve ekonomik projeler ortaya koymak
isteyen, dünyayı anlayan, teknolojinin önemini kavrayan, özgürlükçü, güçler
ayrılığını tartışmasız savunan, yurtsever, kendi cebine göre değil, halk
merkezci konumlanan tüm benzer ideolojideki sol-sosyal demokrat siyasal
partilerin bir çatıda, hiçbir çıkar tartışmasına girmeden ve "özel" pazarlık
maddeleri ortaya koymadan birleşmesi adımının atılmasıdır. Sonrasında yapılacak
iş de görüşlerini geniş kitlelere duyurmak için tüm iletişim yöntem ve elemanlarını
devreye sokup genel seçimlerde iktidar olmaya çalışmaktır.
Umalım seçim sonrasında
daha dengeli bir TBMM yapısı, sadece halkının çıkarlarını düşünen, ahlaklı ve
yurtsever milletvekili profili olur da yıllardır süren bu talan ve kibir
tiyatrosu biter. Olmazsa, son 60 yılda olduğu gibi benzer oyunculuklar izleyip
hayıflanır dururuz.
Ali
Özgür Bozkurt
08 Haziran 2013, İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder