23 Ağustos 2013 Cuma

Geleceğin Suçlusunu Yetiştirmenin 8 Basit Kuralı

1- Küçükken daha, çocuğa ne isterse vermeye başla!
- Ki, herkesin onun geçimini sağlamakla mükellef olduğuna inansın...

2- Fena sözler söylediğinde gül!
- Ki, kendisinin akıllı olduğuna inansın...

3- Ona düşünmeyi, beynini kullanmayı öğretme sakın!
- Bırak, onsekizine gelince kendisi karar versin...

4- Yerde bıraktığı her şeyi kaldır:kitaplarını, giysilerini, pabuçlarını...Onun için her şeyi sen yap!
- Ki, sorumlulukları hep başkalarına yüklesin...

5- Onun önünde sık sık kavga et!
- Ki, bir gün aile parçalanırsa pek de şaşırmasın...

6- Ona istediği kadar harçlık vermekten kaçınma!
- Asla kendi parasını kazanmanın ne demek olduğunu öğrenmesin...

7- Yiyecekmiş, içecekmiş, konformuş, tüm arzularını yerine getir!
- Ki, istediklerini her zaman elde etmeye şartlansın...

8- Komşulara, öğretmenlere, polise, vs. Karşı hep onun tarafında ol!
- Ki, hepsine karşı ön yargılarla davransın...

Evet evet, bütün bunları yap!

Ki, günün birinde onun başına bir bela gelirse kendinden özür dile, ama onu felaket dolu bir hayata hazırladığın için kendine teşekkür etmeyi de İhmal etme sakın!

Üstün Dökmen

Michel Foucault

Yeni fılozofların yazılarını ayrıntılı olarak tartışmaktansa, dikkatimi Foucault üzerinde yoğunlaştırmak istiyorum. Foucault'nun son yazıları, öncelikle iktidarla ilgili olanlar şüphesiz ilk yazıların bazı vurgularını korumaktadırlar. Foucault'nun tarihsel çalışmaları onun "soykütüğü" adını verdiği şey tarafından biçimlenmiştir; Foucault bununla "bilgilerin, söylemlerin, nesne alanlarının vs. kuruluşunu, ister olaylar alanıyla bağlantılı olarak aşkın bir nitelikte olsun, iste bütün tarihte kendi boş kimliğinin peşine düşmüş olsun, bir özneye başvurmak zorunda kalmaksızın açıklayan bir tarih biçimi” ni kastediyordu.

Foucault, kendisi bu terimden hoşlanmasa da genellikle "post-yapısalcılık" içinde zikredilir. Bu nedensiz de sayılmaz. Foucault, Saussure ve Levi-Strauss tarafından gündeme getirilen öznenin merkezsizleştirilmesi temasını sürdürmüş ve işlemiştir. Foucault'nun yapıtında, öznenin merkezsizleş- tirilmesi hem metodolojik hem de, belli bir anlamda, tözel bir olgudur. Tarih insan öznelerinin ifşa edildiği epistemeler, (Foucault'nun sonraki döneminde) iktidar alanları içinde kurulmuştu; ve şu dönemde belli bir öznellik kuruluşu tipinin hâkimiyeti altındaki bir çağın sonuna varmak üzereydik. "Bireyin sonu"na tanıklık ediyorduk; Horkheimer ile Adorno'nun hayatlarının sonlarına doğruu gitikçe daha fazla kullanmaya başladıkları terimle arasında keskin bir karşıtlık olan bir tabirdi bu.

Bence Foucault’nun  son yazılarında çok güçlü Nietzsche’ci temalar vardır; ama bunlar Fransız çağdaşlarının başvurduğu kavramlardan - hatta Foucault'nun en yakınındaki Deleuze'ünkilerden bile epeyce farklı (ve bazı açılardan çok daha ilginç) bir biçimde kullanılmışlardır. İktidarın her şeyi kuşatan karakteri, değerlere ve hakikate öncelikli ol- ması ve bedenin iktidarın tecavüz etiği yüzey olduğu fıkri de bu temalar arasındadır.

İktidar, Foucault'ya göre, Marksist teoride zuhur ettiği şeklin, o büyülü ve çok peşine düşülen hayaletin (sınıf tahakkümünün, tarihin ileri.yönelik hareketiyle aşılabilecek meşum bir ifadesi) tam zıttıdır. İktidar, Foucault'ya göre, tabiatı gereği baskıcı bir şey, sadece hayır diyebilme yeteneği değildir. Eğer iktidar bundan ibaret olsaydı, diye soruyordu Foucault, ona gerçekten tutarlı bir biçimde itaat eder miydik? İktidar etkili oluyordu çünkü salt baskıcı bir ağırlık, karşı konulacak bir yük gibi hareket etmiyordu. İktidar aslında her şeyin olmasını, şeylerin, bilginin, söylem biçimlerinin ve hazzın üretilmesini sağlayan araçtı.

İktidar teorisi Foucault'nun cinsellik tarihinin eksenini oluşturur. Bu olguyu bugün çağdaş Batı toplumunda anladığımız biçimiyle "cinsellik", Foucault'ya göre, iktidarın ürünüydü; iktidar cinselliği bastırmıyordu. Cinselliğin modern zamanlarda özgül bir siyasi anlamı vardı çünkü beden disiplini ile nüfusun kontrolü arasındaki kesişimde yer alan özellikler ve faaliyetlerle ilgiliydi. Bununla Foucault'nun bence en parlak çalışması, iktidar konusunda söylediği bütün önemli şeylerin odak noktası olan hapishanenin kökenleri hakkındaki açıklaması arasında bariz bağlantılar vardır. Bu yapıtın bilindiğini varsaydığım için savlarını ayrıntılı olarak aktarmaya çalışmayacağım. Foucault'ya göre, on dokuzuncu yüzyılda Batı toplumlarında hapishanenin yaygın bir biçimde benimsenmesi iktidar alanlarındaki çok önemli bir geçiş dönemine işaret ediyordu. Cezalandırma alanında, halka açık infazların, işkencenin ya da diğer "gösteriler"in yerini hapsetme almıştı. Bir "çifte değişim süreci" söz konusuydu: Gösterinin ortadan kalkması ve acı vermenin yerine özgürlükten mahrum bırakmanın ve ıslah edici disiplinin geçmesi. Bu, "temsili, sahne benzeri, anlamlandırıcı, kamusal kolektif model"e dayalı bir toplum düzeni tipinin ortadan kalkmasını ve bir başka, "zorlayıcı, tüzel, tekil, gizli cezalandırma iktidarı modeli"nin ortaya çıkmasını özetliyordu.

Disiplin ve gözetleme hapishanenin iki temel veçhesiydi, Foucault'ya göre; ve bunların hapishaneye özgü olmadıklarını görmek temel önemdeydi. Aksine, bunlar on dokuzuncu yüzyıl sanayi kapitalizminde öne çıkmış olan bir dizi başka organizasyonda da yaygın olarak kullanı- lıyorlardı: Disiplin, diyordu Foucault, fabrikalarda, bürolarda, hastanelerde, okullarda, kışlalarda vs. iktidarı bedenden koparıyordu ki bu bedene damgasını vuran geleneksel uygulamaların tam tersiydi - cezalandırma alanında, bu damga herkesin gözü önünde, sözün mecazi olmayan anlamıyla vurulurdu. Aynı zamanda, iktidarın "içselleşmesi" vurgulanıyordu. Disiplinci iktidar, Foucault'nun tabiriyle, "görünmezliği yoluyla uygulanıyordu"; onu yaşayanlar bu yeni iktidar teknolojisine razı oluyorlardı ve onların rızası bu yeni teknolojinin temel bir parçasıydı. Bu bağlamda bu kavramlarla Sennett'in yapıtlannda -sadece Otorite adlı kitabında değil, daha önceki yapıtlarında da- geliştirdiği otorite analizi arasında nasıl bir bağlantı kurulabileceğini görmek güç değildir.

Sennett, sınıfıti "gizli yaralan" deyimiyle, benim anladığım kadarıyla, sadece sınıf tahakkümünün açtığı "yaralar"ın "gizli" olduğunu değil, aynı zamanda çağdaş kapitalizmde sınıf tahakkümünün doğasının, "görünmezliği yoluyla uygulanması" olduğunu da kastediyordu.

Ama Foucault, disiplinci iktidarın görünmezliğinin gözetlemede görünür bir muadili ve sürdürücü mekanizması olduğunu kabul ediyordu. Bireylerin sürekli "gözlem altında" olmaları gerektiği fıkri, diyordu Foucault, disiplinin doğal bir parçasıydı; zira disiplin dışsal olarak "uysal bedenler"in davranış düzenliliği içinde tezahür ediyordu. Nitekim hapishanenin tipik örneği, Bentham'ın merkezinde bir gözetleme kulesi olan Panoptikon planıydı. Ama bu disiplin/gözetleme ilişkisine kaçınılmaz olarak eşlik eden fıziksel planın yalnızca "ideal" bir biçimiydi. Çünkü disipliner iktidar mekânın özgül olarak kuşatılmasını, mekânın özel özdeşleşme ya da faaliyet ölçütlerine göre dilimlenmesini içeriyordu. Bu tür mekânsal tecrit fabrikaların, büroların ve az önce bahsettiğim diğer organizasyonların o kadar ayrılmaz bir parçasıdır ki bunların hepsinin hapishaneye benzemesi bize şaşırtıcı gelmemelidir. Marx için modern çağı örnekleyen yer fabrika ya da üretim yeri iken Foucault için bunun her yerden önce hapishane ve tımarhane olduğunu söylemek çok zorlama olmaz herhalde. Bu karşıtlığın da; Marx'ın yerine Nietzsche'nin konmasının Foucault'daki özel versiyonunu ifade ettiği de eklenebilir.

Burada, Foucault'nun yapıtının önemini çok iyi değerlendirmemiz gerekir; bence bu yapıt idari iktidar teorisine, Max Weber'in bürokrasi hakkındaki klasik metinlerinden beri yapılan belki de en önemli katkıdır. Yine de, etkisi altına fazlaca girmemek de aynı derecede önemlidir: En sonunda toplumsal teorideki "Nietzscheci yeniden canlanma"nın reddi noktasına varacak bir dizi gözleme işte böyle bir bağlamda başlıyorum. Foucault'nun iktidar, disiplin ve gözetleme hakkında söyledik- lerine birkaç önemli itiraz getirmek istiyorum; bunlar sonuçta bizi yeni fılozofların attıkları nutukların gündeme getirdiği meselelere geri dön- dürecek. ~Dile getireceğim noktaların hem bir bütün olarak, mevcut haliyle toplumsal teori hem de siyaset meseleleri için önemli olacağına inanıyorum.

(1) Bence Foucault'nun da içinde bulunduğu "post-yapısalcı" düşünce üslubundan kopmak çok önemlidir. Foucault disipliner iktidarın genişlemesiyle sanayi kapitalizminin yükselişi arasında bağlantı kurar gibidir, ama çok genel bir biçimde. İlk yapıtlarında bahsettiği "epistemik dönüşümler" gibi, iktidarın geçirdiği dönüşüm de "öznesiz tarih"in karanlık ve gizemli arka planından kaynaklanıyordu.
Eğer bu insanın kendi kendine yabancılaşmasını aşama aşama aşması şeklindeki Hegelci görüşe karşılık geliyorsa, "tarihin öznesinin olmadığını" kabul ediyorum; öznenin merkezsizleştirilmesi öznelliği bir veri olarak alamayacağımız anlamına geliyorsa onu da kabul ediyorum. Ama eğer bu terim insani toplumsal olayların ilgili kişilerin hiç farkında olmadıkları güçler tarafından belirlendiği anlamında kullanılıyorsa, "öznesiz tarih" fikrini hiçbir biçimde kabul etmiyorum. Yapılaşma teorisini tam da bu görüşe karşı çıkmak için geliştirdim.5 Yapılaşma teorisinde, eylemlerinin açıkça fark edilmemiş koşullarının ve niyetlenmemiş sonuçlarının oluşturduğu tarihsel olarak özgül sınırlar içinde hareket etmelerine rağmen insanlara her zaman ve her yerde bilgi sahibi failler olarak bakılır. Foucault'nun "soykütüksel yöntem"i, bence, yapısalcılığın Fransız düşüncesine soktuğu, aşkın öznesi olmayan tarih ile bilgi sahibi insan  özneleri olmayan tarih arasındaki karışıklığı sürdürür. Oysa bunlar çok farklı iki şeydir. ilkini reddetmemiz, ama ikincinin çok büyük önem taşıdığını fark etmemiz gerekir; Marx bu önemi şu ünlü gözleminde özlü bir biçimde ifade eder: İnsanlar "tarihi yaparlar, ama kendi seçtikleri koşullarda değil."

(2) Bu ilk itirazın Foucault'nun hapishane ve klinik hakkındaki analizleri için somut içerimleri vardır. "Cezalandırma", "disiplin" ve özellikle de "iktidar "dan genellikle tarihin failleri, hatta gerçek failleri bunlarmış gibi bahseder. Ama hapishanelerin, kliniklerin ve hastanelerin gelişimi, onları tasarlayanların, kurulmalarına yardım edenlerin ya da içinde yatanların "ötesinde" ortaya çıkmış bir olgu değildi. Ignatieffin hapishanelerin kökenleri hakkındaki çalışması bu açıdan Foucault'yu dengelemektedir.6 On dokuzuncu yüzyılda hapishane sisteminin yeniden düzenlenmesi ve genişlemesi, devlet yetkililerinin yerel cemaatin yaptırım süreçlerinin artık hükmünün kalmadığı büyük kent alanlarındaki uyumsuzları kontrol etmenin yeni yollarını oluşturma ihtiyacını hissetmeleriyle yakından bağlantılıydı.

(3) Foucault hapishane ile fabrika arasındaki analojiyi biraz fazla abartmıştır. Kapitalizmin ilk yıllarında bazı işverenlerin iş disiplinini pekiştirmek için bilinçli bir biçimde model olarak hapishanelere baktıklarına şüphe yoktur. Bazen fıilen köle emeği kullanılmıştır.
Hapishane ile fabrika arasında iki temel fark vardır. "Çalışma" hapishane dışındaki bireylerin günlük hayatlarını işgal eden (normalde en fazla zamanını götürse de) sektörlerden yalnızca birini oluşturur. Çünkü kapitalist işyeri, Goffman'ın terimiyle bir "total kurum" değildir; oysa hapishane böyledir, klinik ve hastane ise böyle olabilir. Daha da önemlisi, işçi fabrikaya ya da büroya zorla hapsedilmiş değildir, işyerinin kapısından içeri "özgür ücretli emek" olarak girer. Bu da formel olarak "özgür" bir işgücünün "yönetilmesi" ile ilgili tarihsel olarak özgül sorunlara yol açar; Pollard'ınki başta olmak üzere bu konuyu analiz eden ilginç çalış- malar vardır.~ Aynı zamanda, hapishane disiplininin normal işleyişinin bir parçası olmayan işçi direnişi biçimlerine (özellikle sendikalaşma ve kolektif olarak işten el çekme tehdidi) de kapı açar. Foucault'nun disiplinin ürettiğini söylediği "uysal bedenler" sık sık o kadar da uysal olmadıklarını ortaya koyarlar.

(4) Foucault, Nietzscheci "kuşkucu yorumbilgisi"yle uyumlu bir biçimde, hapishaneyi disiplin olarak iktidarın numunesi şeklinde ele alarak, "burjuva" ya da "liberal özgürlükler" ve bunların esinledikleri reformist iştiyak hakkında fazla olumsuz bir görüş getirmiştir. Liberal özgürlükleri baskıcı ve sömürücü sınıf tahakkümünün ideolojik birer kılıfı olarak gören Marksçı "kuşkucu yorumbilgisi"ni hepimiz gayet iyi biliriz. Sanayi kapitalizminin ilk yıllarında "özgür ücretli emeğin" özgürlüğünün büyük ölçüde düzmece olduğunu, işçi tarafından denetlenmeyen koşullarda işgücünü sömürmenin bir aracı olduğunu kimse inkâr edemez. Ama "salt" burjuva özgürlükleri olan seyahat özgürlüğü, yasa önündeki formel eşitlik ve siyasi olarak örgütlenme hakkının, yirminci yüzyılda bunların büyük ölçüde bulunmadığı ya da fena halde budandığı totaliter toplumlar deneyimi ışığında görüldüğünde son derece gerçek özgürlükler olduğu ortaya çıkmıştır. Foucault, "hapishane refor- mu"nun hapishanenin kendisiyle birlikte doğduğunu söylemiştir: Reform hapishanenin programının bir parçasıdır. Ama aynı şey, hem de daha az ironik bir biçimde, feodalizmin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan çeşitli siyasi ve ekonomik dönüşümler için de söylenebilir. Liberalizm despotizmle, mutlakiyetçilikle ya da totalitarizmle aynı şey değildir ve burjuva rasyonel, evrensel adalet ethos'u da hapishaneler ve hapishane reformlarıyla aynı çift yönlü karaktere sahiptir. Şu çok önemli farkla: Nüfusun geri kalanının formel olarak sahip olduğu haklar mahkumlara verilmez. Birlikte ele alındığında, sözleşme özgürlüğü ve siyasi örgütlenme özgürlüğü, hem kapitalizmin siyasi ve ekonomik düzenlerine bir meydan okuma hem de bu düzenler içindeki etkili bir değişim gücü niteliğine sahip olmuş olan işçi hareketlerinin doğmasına yardımcı olmuştur.

(5) Foucault'nun analizlerinde şaşırtıcı bir "eksiklik" vardır: Devlete dair bir açıklama. Marx'ta bu eksiklik ekonomi politikle uğraşmış olma- sına bağlanır. Foucault'da ise insan bunun disiplin olarak iktidarın her yerde bulunmasıyla bağlantılı olduğundan şüpheleniyor. Devlet, Foucault'nun büyük harflerle "hesaplı tabi kılma teknolojisi", başkalarını idare eden disiplin matrisi olarak betimlediği şeydir. Eğer Foucault buna inanıyorduysa, bu olsa olsa kısmi bir hakikattir. Biz yalnızca "devlet" teorisine değil, aynı zamanda devletler teorisine de ihtiyaç duyuyoruz ve bu noktanın hem "içsel" hem de "dışsal" içerimleri vardır. "Içsel olarak", bizatihi "devlet"in varlığının liberal ilkeleri olumsuzladığını iddia etmek saçmadır. İktidarın yaygınlığından ve devletin meydan okunamaz gücünden gelişigüzel bahsetmek de, devletin aşılmasından bahse- den Marksist lafazanlık kadar zayıf temelli bir gevşeklik yaratır.

"Dışsal olarak" ise, kapitalizmin yükselişi ile devlet sistemi arasındaki bağlantıyı vurgulayan Tilly ve diğerlerinden söz etmek bence birincil önemdedir. Foucault şöyle yazmıştı:
Batı'ının ekonomik atılımı sermaye birikimini mümkün kılan tekniklerle başladıysa, insan birikimini yönetme yöntemlerinin de kısa zamanda kullanılmaz hale gelen ve yerlerini incelikli, hesaplı bir tabi kılma teknolojisine bırakan geleneksel, ritüel, yüksek maliyetli, vahşi iktidar biçimleriyle bağlantılı olarak siyasi bir atılımı mümkün kıldıklan söylenebilir belki de. Ama bu analiz, genel olarak devletten dem vuran konuşmaların çoğu gibi, yanıltıcıdır. Hiçbir zaman "kapitalist devlet" diye bir şey olmamıştır; Foucault'nun bahsettiği iç pasifleştirme süreçlerine şiddet araçlarının korkunç biçimde devletin elinde toplanmasının eşlik ettiği kapitalist ulus-devletler olmuştur. Sınıf iktidarının bir aracı olarak kapitalist emek sözleşmesi ile şiddet araçlarının devlet tarafından temellük edilmesi arasında dolaysız ilişkiler vardır.9 Kapitalist emek sözleşmesi salt ekonomik bir ilişki olarak başlamıştı; bu ilişkide işveren işyerinde işgücünün kendisine itaat etmesine sağlamak için ne ahlaki yaptırımlara ne de şiddet yaptırımlarına sahipti.

Şiddet araçlarının emek sözleşmesinden bu şekilde "çıkarılması", itaatin çok büyük ölçüde Foucault nun betimlediği yeni iktidar teknolojisi sayesinde sağlandığı anlamına geliyordu. Ama ulus-devletler arasındaki ilişkiler bağlamında, 'yüksek maliyetli, vahşi iktidar biçimleri"nin de bu şekilde bir kenara atılmış olduğu pek söylenemez.

Foucault ve Nietzsche'den daha dolaysız bir biçimde etkilenmiş olanlar, iktidarın bütün toplumsal süreçlere kronik bir biçimde ve kaçınılmaz olarak bulaştığında ısrar etmekte haklıydılar. Bu kabul edilince iktidarla özgürlüğün birbirlerine düşman olmadıkları, iktidarın zorlama ya da kısıtlamayla özdeşleştirilemeyeceği de teslim edilmiş olur. Ama iktidar eylem ve söylemde birincil konuma yükselten Nietzscheci iktidar radikalizasyonunun bizi baştan çıkarmasına da izin vermememiz gerekir. İktidar o zaman her şeyin üstünde ve altında bulunan gizemli bir olgu haline gelir. İktidarın hakikate göre mantıksal bir önceliği yoktur; anlam ve normlar yalnızca taşlaşmış ya da mistifıye edilmiş iktidar olarak görülemez. Bir iktidar indirgemeciliği de ekonomik ya da nor- matif indirgemecilik kadar hatalıdır.

______________________
Anthony GIDDENS
Çeviren: Tuncay BİRKAN

Otomotiv’de Plastik Enjeksiyon Kalıpçılığına Bakış ve Beklentiler

Avrupa’da uzun yıllardır ana sanayilerin gözde yan sanayileri 2008 ortalarında başlayan ve etkileri halen süren ekonomik krizden ciddi oranda etkilenmiştir. Genç ve dinamik iş gücünü gün be gün kaybeden bu devasa yan sanayiler için durum zaman geçtikçe daha karmaşık hale gelmektedir. Doğası gereği işçilik maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle oldukça riskli maliyet bandında yer alan bu küresel yan sanayiler, yüksek maliyetlerinden dolayı gitgide popülerliğini yitirmektedir.

Maliyetleri düşürme anlamında yeni arayışlar içinde olan ana sanayiler gerek tasarım, gerek seri üretim mekanizmaları anlamında; genç ve düşük maliyetli iş gücü olan, lojistik anlamında düşünüldüğünde, Avrupa’ ya nispeten daha kolay taşıma yapılabilecek üretim merkezleri oluşturma anlamında çalışmalara başlamıştır. Katma değeri yüksek projeleri, büyük küresel yan sanayilerden; nispeten daha küçük ölçekli, umut vaat eden yerel yan sanayileri kullanma kararı almışlardır. Maliyetler anlamında düşünüldüğünde kaçınılmaz bir karar olmakla birlikte; teknik anlamda oldukça büyük riskler içermesine rağmen ana sanayiler, bu çıkmaz durumda, yan sanayilere güvenmiş ve bu büyük projeleri beraber yürütme kararı almışlardır.

Jeopolitik konumundan dolayı Türkiye, özellikle Avrupa pazarında ciddi bir potansiyel olarak düşünülmekte, tüm dünyada değişen ekonomik dengeler doğrultusunda ciddi bir üretim merkezi haline dönüşmektedir. Ucuz işçiliğinden dolayı, dünya devleri, Çin’e, Hindistan gibi büyük ve sınırsız insan kaynağı olan ülkelerde üretim merkezleri açmıştır ancak pazar anlamında bu ülkeler özellikle Avrupa’ya uzaktır ve yüksek lojistik maliyetleri doğurmaktadır. Kültür farklılıkları ve iletişim sorunları projede sorunlar yaratabilmektedir.

İşte tam da bu noktada, bir daha istesek de yakalanamayacak bir fırsat elde etmiş bulunuyoruz. Başta devlet’in ilgili mekanizmalarının, otomotiv alanında duruşu olmak üzere, Türkiye’de faliyet gösteren yan sanayiler ve tedarikçileri için ciddi bir sınav başlamıştır. Dengeleri tamamen değiştirecek bir sürecin eşiğindeyiz.

Günümüzde karbon emisyon oranlarına getirilen sınırlamalar, Türkiye’de de yeni yeni olmakla beraber Amerika, Avrupa ve Japonya gibi büyük üretim noktalarında ciddi olarak kontrol edilmekte olup, büyük otomotiv firmalarının önemli pazarlama araçlarından biri haline gelmiştir. Araç ağırlıklarının düşürülmesi, bu emisyon oranlarının düşürülmesi anlamında giderek önem kazanmış, taşıtlarda plastik ve composit malzemelerin kullanılması için ciddi bir AR-GE yatırımı yapılmaya başlanmıştır. Önümüzdeki yıllarda da özellikle elektrikli araçların devreye girmesiyle bu oran artacaktır. Bu noktada, Türkiye’nin kendi markasını oluşturma anlamında atacağı adım ve enerji kaynağı seçimi ( petrol, hibrit, elektrik) sektörün ivmesini belirleyecektir.
Otomotiv sanayinin vazgeçilmezi konumunda bulunan en önemli araçlardan biri kalıplardır. Sac kalıpları, plastik enjeksiyon kalıpları da bu sektörün temel elemanlarıdır. Plastik parçaların üretimi için günümüzde kullanılan en verimli üretim yöntemi plastik enjeksiyon prosesidir. Kalıp da bu prosesin temel taşıdır. Diğer tüm sanayiler gibi Türkiye’ de kalıpçılık emekleme evresini tamamlamış, hızla kendini geliştirmeye başlamıştır. Bununla birlikte, Türkiye’de otomotiv sektörüne kalıp üretimi yapan firmaların potansiyelin ne denli farkında olduğu ve özellikle ana sanayi ve yan sanayilerin beklentilerini ne ölçüde giderebildiği birer soru işaretidir.

Son zamanlarda özellikle pazarın büyüklüğü ortaya koyulmaya çalışılmış, sektörel birçok yayın, gazetelerde ve dergilerde ön plana çıkarılmıştır. Bu anlamda, konuyla yakından ilgilenen herkesin pazar ile ilgili verilere ulaşabildiğini, sektörün gelişime açıklığını algılayarak, potensiyelin ne kadar büyük olduğunu tahmin edilebilir. Peki beklentilerin karşılanması, pazarın arttırılması ve özellikle Avrupa’nın üretim merkezi olmak için kalıpçılık sektöründen beklentiler nelerdir? Klasik proje süreci düşünülerek bu beklentileri şu şekilde özetleyebiliriz:

Teklif ve Maliyet Yönetimi:

Birçok proje 2D ya da 3D verilerle, teklif süreciyle başlar. Bu süreç, ana sanayi tarafından doğrudan gerçekleştirilecebileceği gibi yan sanayi ile birlikte söz konusu veriler kalıpçılara gönderilir ve teklif istenir. Bu süreçte alınan tekliflerin rekabetçi olması oldukça önemlidir. Ancak özellikle kalıpçıların birçoğunda maliyet analizleri yapılmadığı, ölçülebilir ve takip edilebilir bir planlama yöntemi bulunmadığı için bu teklif taleplerine karşılık kalıpçılar, güvenlik payı yüksek fiyatlar ortaya koymaktadır. Daha önce benzer parçaları üretmiş kalıpçılar, üretim belleği, öğrenme noktaları ve standartlaştırma gibi temel unsurları ve dokümanları kullanmamaları nedeniyle, gerçek maliyetleri hesaplayamamakta, öngörüsel ve tepkisel değerler ortaya koymaktadır. Özellikle otomotiv sektörünün temel anlayışı olan maliyet düşürme ve rekabetçi hedefler düşünüldüğünde ana ve yan sanayiler; işinde uzmanlaşmış, benzer kalıplar için sürekli çalışacakları firmalar bulmakta zorluk çekmektedir. Ana sanayi ve yan sanayi, çeşitli ürün gamlarında uzmanlaşmış kalıpçılarla çalışmayı her zaman tercih etmişlerdir. Benzer parçaları üreten firmalar, ister istemez bir know-how oluşturmakta, sorunların proje başında öngörülmesi kolaylaşmakta, çözümlerin ortaya konması kısa sürmekte ve sonuç olarak daha az sorun içeren projelerin ortaya çıkarılmasını sağlamaktadır.

Detay analiz hazırlanması da proje başlangıcında her zaman sorun yaratan bir konudur. Teklif adetlerinin fazla olması nedeniyle detaylı analizler zaman almakta, kimi zaman işin kaybedilmesine bile neden olarak görülmektedir. Ana ve yan sanayilerin teklifleri sistematik ve teknik olarak karşılaştırması için kaçınılmaz olan bu analizler, sanıldığının aksine kalıpçının bir nevi prestijidir. Bu analizleri alan teknik satınalmacılar düşük fiyat veren firmayı değil; doğru teklif veren firmayı ön plana çıkarırlar. Bu da işin alınması anlamında belki de en önemli noktadır. Dolayısıyla teklif talebi olan firma, bu aşamada kalite beklentisini net olarak tanımlamalı, eğer tanımlamıyorsa; teklif veren kalıpçı; kendi öngörüleri doğrultusunda ileride çıkabilecek görsel, teknik sorunları tekliflerinde belirtmelidir. Örneğin; aracın oldukça görsel bölgesinde bulunan bir parça için, birden fazla yollukla doldurulması gerekiyorsa, birleşme izleri düşünülerek hem sıralı yolluk, hem de açık uçlu sıcak yolluk teklif verilebilir. Firma birleşme iziyle ilgili bir görüş bildirdiyse, açık uçlu sıcak yolluk sistemi ile teklif vermenin herhangi bir anlamı olmayacaktır. Çünkü ileride mutlaka bu kalite beklentisi doğrultusunda birleşme izi problemi ön plana çıkacak ve her iki tarafa da zaman kaybettirecektir.        

Proje Yönetimi

Proje yönetimi ile belirtmek istediğim sadece planlama değil; planlamanın raporlanması, müşteri beklentilerinin algılanması, firma yönetimi ve çalışanlarına aktarılması, müşteri odaklılık ve çözüm ortaklığıdır. Özellikle kalıpçılık sektöründe, dünyada söz sahibi olan Portekiz, İtalya, Almanya gibi ülkeleri bizden ayıran önemli noktalardan birinin proje yönetim mantığı ve stili olduğunu bilinmektedir.

Proje yönetimi güçlü bir pazarlama kriteridir. Kalıp planlamalarının periyodik olarak, görsel biçimde, müşteriye istenilen dilde raporlanması, planlamada aksama yaratacak herhangi bir problemin hızlı biçimde çözüm önerileriyle bildirimi, müşterilerin kalite beklentilerine empatiyle yaklaşılması ve çözümsel yaklaşım, ana ve yan sanayilerin temel beklentisidir. Proje yönetim mantığı, belirttiğim gibi olan firmalar her zaman tercih nedenidir. Tekliflerin işe dönüşmesinin yalnızca fiyatsal uygunlukla sağlanamayacağı açıktır. Ana ve yan sanayiler aynı dili konuşabildikleri, sorunlarına hızlı tepki veren ve çözümsel yaklaşan firmalarla çalışmak isterler. Ortalama otomotiv proje süreleri, özellikle binek araç grubunda 1-2 yıl arasında değişmektedir. Projeden seri üretime geçilmesinden sonra üretim 5 yıl devam eder. Ortalama 7 yıl süren bu üretim bazlı süreç boyunca oluşan proje yönetim maliyetleri, ana ve yan sanayiler için, birçok noktada kalıp yatırım maliyetlerini geçebilmekte; bu da kalıpçıları, fiyatı en düşük olmamalarına rağmen tercih nedeni haline getirebilmektedir.

     İşçilik Kalitesi

Ne yazık ki ülkemizde, her sektörde olduğu gibi kalıpçılık sektöründe de deneyimli teknik eleman eksikliği bulunmaktadır. Kalıbın, günümüz teknolojisinde endüstriyel bir kol olduğu düşünülse de, işçiliğin kalıp kalitesi anlamında önemi yadsınamaz. Sanatkârlıktan farksız olan kalıp toplama ve alıştırma işlemleri, en ileri teknolojide makine kullanılması durumunda dahi, ustaların maharetli ellerinin önüne yıllarca geçemeyecektir. Belki de Türkiye’de eksikliğini en çok hissetiğimiz, bu deneyimli ellerin azlığıdır. Türkiye’de kalıpçıların makine yatırımı için bütçelerinden ayırdıkları payların bir kısmını, özellikle kalıpçılık eğitimi veren okullara kaydırması, gelecekte yetişecek işçi ve ustaların sayısını arttıracak, deneyimli ara eleman eksikliğini kalıcı olacak kapatacaktır. Şirketler içerisinde de kalıpçılık ve yeni gelişmeler konusunda yapılacak firma içi ve ya firma dışı kaynaklı eğitimler verimliliği arttırılmalıdır. Dünyada söz sahibi olan bir üretim merkezi haline gelinmesi ve bu alanda süreklilik sağlanabilmesi ancak sürekli güncellenen eğitimlerle sağlanabilir.

      Problem Çözme

    Bilgi birikimi her sektörde olduğu gibi kalıpçılık sektöründe de oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi ana ve yan sanayiler özellikle bilgi birikimi olan, çözüm önerileri üretebilen ve benzer durumlar için uygulama örneklerini kayıt altına alan firmalarla çalışmak isterler. Düşünüldüğünün aksine otomotiv sektöründe yatırım kalemleri temel alındığında, kalıpların önemli bir yeri bulunmaktadır; ancak genel proje bütçeleri kapsamında yeri çok düşüktür. Proje aşamasında yapılan ziyaretler, deneme sayısı, zaman ve saygınlık kayıpları, güvenilirlik bu noktada çok daha ön plana çıkmaktadır. Örnek vermek gerekirse; kalıpların tamamlanmasından sonra yapılan denemelerde çıkan kalıp temelli sorunların hızlı şekilde çözülmesi; denemeler sırasında harcanan makine zamanı, hammadde, mühendis işçiliği, raporlama ve ziyaret masraflarını minimum düzeye düşürecek; gerek yan sanayinin genel planlamasını rahatlatacak; gerekse proje maliyetlerinin düşürerek, güvenilirliği arttıracak – ki yeni işlerin alınmasında çok önemli bir yeri bulunmaktadır - ana sanayiye de projenin daha farklı problemlerine yoğunlaşması açısından zaman yaratacaktır. Bu konu, ana sanayilerin ciddi anlamda üzerinde durdukları bir konudur ve tedarikçi seçme kriter listesinin belki de en üst sıralarında yer almaktadır. Deneme sayılarının azalması da büyük ölçüde kalıpçının ortaya çıkardığı performansa bağlıdır. İç bilgi havuzunu oluşturan ve sürekli güncelleyen firmalar; daha önce karşılaştıkları sorunları nasıl çözeceklerini önceden tahmin eder, kalıp tasarımlarında Hata Modu Etki Analizi (FMEA) benzeri bilgi birikimini direkt yansıtırlar. Parça tasarımının buna elverişli olmaması halinde ise; düzeltilmesi için ana ve yan sanayiye baskı kurar, makine parkı ve işçilik kalitesiyle de çıkaracakları ürünün olabilecek minimum deneme sayısıyla devreye girmesini sağlarlar. Bu profilde çalışan kalıpçıların iş ya da karlılık sorunu olmayacağını düşünüyorum.
    
    Enjeksiyon denemesinden sonra bir çok problemi yakalanan kalıpların, defalarca kalıphanenin içine girmesi, üzerinde daha önce yapılan işlemlerin tekrar tekrar yapılması; kalıphane içinde öngörülen genel planlamanın sapmasına neden olacaktır. Ciddi oranda karlılık kaybına neden bu verimsizlik temelli işlemler net olarak hesaplanamadığı için çok tehlikelidir. Sonuçları zarar etmeye, prestij kaybına ve dolayısıyla iş kaybına yolaçabilir. Bu gün Avrupa’daki kalıpçılar, işçilik maliyetleri anlamında ciddi bir çıkmaz içinde olmakla birlikte, güvendikleri bilgi havuzları ve problem çözme yetenekleri yardımıyla iş almakta ve ayakta kalmaya çalışmaktadır. Eğer bu sektörde söz sahibi olmak istiyorsak, bilgi havuzumuzu sürekli doldurmamız, bu bilgilerle fark yaratmamız gerekmektedir.

Finansal Zorluklar

Otomotiv firmalarının gelen olarak ödeme yaklaşımlarının da Türkiye’de kalıpçılık sektörünü ciddi olarak etkilediğini belirtmek isterim. 1-2 yıl süren projeler boyunca ödemeler, belli miltaşlarına ulaşıldığı zaman yapılır. Dolayısıyla ortalama 6 ile 20 hafta içinde üretimi tamamlanan kalıpların ödemesinin 1,5 yıl süreye yayılması, küçük cirolu kalıpçıların finansman sıkıntısı çekmesine yol açmaktadır. Bu sorun aslında büyük yan sanayilerin de en büyük problemlerinden biridir ve proje başlarında ana sanayilerle hep tartışma konusu olmuştur.  Yurt dışında yıllardır otomotiv sanayisine hizmet vermekte olan kalıpçıların iş almalarında ki bir başka neden de bu finansman sıkıntılarına katlanabilmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu noktada Kalıpçıların UKUB çatısı altında, ana ve yan sanayilere yapacakları ziyaretlerin faydalı olacağını ve bir ortak paydada buluşabileceklerini düşünüyorum. Ayrıca özel vergi olanaklarının sağlanması için Sanayi Bakanlığı’yla yapılacak çalışmaların sektörün Türkiye’de gelişimi için kaçınılmaz ve hayati olduğunu da herkesin kabul edeceği bir gerçektir.

     Eksikliği Hissedilen Teknik donanım ve Kalıpçı Yan Sanayileri

Son olarak üzerinde durmak istediğim nokta, aslında OSD-TAYSAD-UKUB Değerlerlendirme Komitesi tarafından geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen kalıpçı ziyaretlerinde gördüğümüz eksiklikler üzerine olacak.

Ziyaret edilen bir çok firmada beklenenin çok üzerinde makine parkı olmasına rağmen, alıştırma presi anlamında ciddi bir eksiklik olduğu görülmüştür. Gelişen teknoloji ile birlikte çok hassas işleme olanakları sağlayan CNC makinelerine oldukça güvenen firmaların, alıştırma presini ikici plana attıkları gözlenmiştir. Özellikle yüksek tonajlı kalıp üretimi konusunda deneyim eksikliği yaşanmasının önündeki en büyük engellerden biri olan alıştırma preslerine bir an önce yatırım  yapılması, belki de kalıpçıların piyasadaki konumlanması açısından ciddi bir stratejik fayda sağlayacaktır. 

Unutulmamalıdır ki yurtdışından alınan birçok büyük kalıpta, bakım ve  mühendislik  değişikliği gibi maliyet oluşturan işlemler bulunmaktadır. Yatırım kararı hesaplamalarında, büyük kalıpların işlenmesi dışında söz konusu bakım ve modifikasyonların da değerlendirilmesi  gerekmektedir.


Özellikle plastik enjeksiyon kalıplarında en çok değiştirilen, üzerinde en çok oynanan yerler yolluklar ve yolluk sistemleridir. Parça tasarımları tamamlandıktan hemen sonra yapılan Kalıp Taslak Tasarım toplantılarında, geçmiş deneyimler doğrultusunda ortaya çıkan yolluk sistemi seçimi, proje deneme sayısını ve ilk denemede çıkan parça kalitesini doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle kalıpçıların yapacağı program ve teknik analiz işgücü yatırımı, karlılık ve prestij anlamında fark yaratacaktır. Kalıp yapım aşaması öncesinde doldurma, soğutma ve çarpılma analizleri yapıldığında, kalıp kalitesi artacak ve kalıp iyileştirme süreci azalacaktır. Böylelikle analiz yapan kalıpçıların konuya hakimiyetleri arttıkça, yolluk sistemleri tedarikçilerinden beklentiler de gün geçtikçe artacaktır. Çözümsellik anlamında firmaların karşılıklı olarak yakalayacakları sinerji, her iki tarafın da karlılığını arttıracak, zaman kayıpları azalacak, daha fazla iş alma anlamında kapasite yaratacaktır.


Sözlerimi bitirirken değinmek istediğim son konu Türkiye’de kalıpçılığın tanıtımı ve potansiyelini ortaya koyma anlamında UKUB’un rolüdür. Kalıpçıların bir araya gelmesi, özellikle devlet desteği anlamında ve tek bir güç olma adına çok önemlidir. Özellikle Avrupa’da bulunan kalıpçıların devlet tarafından destekleniyor olması, vergilendirme sisteminde özel olanaklar sunulması, bu tip kuruluşlarla mümkün olmuştur. Bu bağlamda, sektörün devlet desteği alabilmek adına birlik içinde hareket etmesi, üniversite ve teknik liselerde kalıpçılık bölümlerinin oluşturulması, ARGE olanaklarının arttırılması, eksikliklerin giderilmesi anlamında yaşamsal öneme sahiptir.  

Özetle, Türkiye’nin lokomotif sanayilerinden biri olan otomotivde söz sahibi olmaya başlayan yan sanayiler için kalıp en önemli araçlardan biridir. Avrupa ve diğer gelişmiş ülkeler düşünüldüğünde, düşük işçilik ve mühendislik maliyetleri nedeniyle Türkiye, elinde ciddi bir potansiyel taşımaktadır ve bunu fırsata çevirmek kendi elindedir. Yukarıda da belirttiğim gibi ana sanayilerin beklentileri çok temel ve nettir. Bu doğrultuda yatırımlarını yapan, kendi bilgi havuzlarını oluşturan, bünyelerinde dünya genelinde kabul edilen proje yönetim kriterlerini taşıyan, teknolojiyi yakından takip eden ve yatırımlarını sürekli verimlilik mantığında yapan firmalar büyüyecek; diğerleri değer ve farklılık yaratamayacakları için kaybolacaktır.

Ali Özgür Bozkurt
Kalıp Geliştirme Uzmanı

EMRE KONGAR’A


Adım Ali Özgür Bozkurt. Adımı Sivas Yıldızeli Pamukpınar Köy Enstitüsü’nden mezun olmuş ve emekli bir ilkokul öğretmeni olan dedem Ali Bozkurt’tan aldım. TÖS, TÖB-DER ve EĞİT-DER kurucularındandır; TÖB-DER ve EĞİT-DER Genel Başkanlığı yapmıştır. Bu örgütler  ulusal en büyük ve güçlü öğretmen örgütleriydi. Gündem yaratırdı. Şimdi ise Antalya’da keyifli bir biçimde dinlenmeye devam etmektedir. Türkiye’nin unuttuğu önemli ve her örgütçünün tanıması gereken aydınlarındandır. Yaşayan tarihtir. Babam Oğuz Bozkurt ise 1980 darbesinden sonra kurulan ilk öğretmen sendikası olan Egitim-İş kurucularındandır. Hal böyle olunca “Özgür” adı 1981 doğumlu olduğum için verildi.

Size kendimi yakın bulduğum ve görüşlerinize, saptamalarına değer verdiğim için yazmak istedim ve aşağıda belirteceğim konuda yorumlarınızı almak istiyorum. Yaklaşık 4 yıldır makalelerinizi ve yayınlarını dikkatle izlemeye çalışıyorum. Kullandığınız dilin yalınlığı, olayları ve tarihi olabildiğince basitleştirerek herkesin zorlanmadan takip edebileceği bir dil kulanmanızın okumayan – ya da okuyamayan – toplumumuz için oldukça önemli bir duruş olduğunu belirteyim. Umarım yazıma zaman ayırabilirsiniz ve yorumlarınızı benimle paylaşırsınız.

Atatürk, tarım toplumundan bir mucize yaratıp bir devrime başladı. Hayatı malesef bu devrimi tamamlamaya yetmedi. Bir kaç kuşak daha gerekiyordu devrimi tamamlamak ve kontrolu tam anlamıyla halka vermek için. İsmet İnönü döneminde tek partili dönemden çok partili döneme geçiş sağlandıktan sonra yozlaşma ciddi anlamda başladı. O andan itibaren de herşeyi aynı şekilde şu anda bile yaşamaya devam ediyoruz. Neredeyse her şey değişti, o zamanki konjonktür ile şu anı kıyaslamak pek mümkün değil; ancak durum tamamen aynı. Tarihsel farklılığı görmezden gelmediğimi belirtmek isterim.

Türkiye’de demokrasi kavramını tartışırken durum değerlendirmesi hep şöyle yapılıyor: Türkiye tarım toplumunda, sanayi devrimini yaşayamadığı için sınıflar oluşamadı. Devlet kendi burjuvasını yaratmaya çalışsa da tamamen devlete bağlı bir ihale mantığı olması nedeniyle hep kontrol altında ve birbirine muhtaç simbiyotik bir yapı oluştu. Olmadı...

Sınıf bilinci oluşmayınca Sivil Toplum Örgütleri oluşamadı. Oluşmaya başlandığı zaman engellendi. Yalnızlaşan toplum kendi içine kapandı. Globalleşen dünyada olan biteni kaçırdık. Teknoloji üretemedik. Yavaş yavaş fason üretimle tanıştık. Özal ile birlikte kafalarımızı kaldırdık; ama onun liderliğinde olduğu için tam bir çıkar ve rant anlayışı ortalığı sardı. Memleket sevdalısı ya da yurtsever yöneticiler seçemediğimiz için de bütün kaynaklarımız çarçur edildi; edilmekte... Şimdi yeni yeni “sanayileşiyoruz ve demokrasimiz de gelişiyor” yalanları kulaklarımızda... Gülüyorum içim burkularak... İşte her şey bu noktada duruyor ve gelecekle ilgili olarak demokrasi kavramının Türkiye’de nasıl gelişeceği ile ilgili yüzeysel ve boş tartışmalar yapılıyor, umut ediliyor.
Benim saptamam da işte tam da bu noktada oluşuyor. Otomotiv sektöründe %100 Türkiye sermayeli, global hizmet veren bir yan sanayide 8 yıldır çalışan bir mühendisim. Otomotiv tüm sanayilerin lokomatifi olduğu için, gerçekleri görmek ve gelecekle ilgili saptama yapma konusunda avantajım olduğunu söyleyebilirim.

Sanayi devrimini kaçırdık, doğru; ancak şu anda bence daha önemli bir süreci daha kaçırıyoruz: Türkiye’de elinde para olan yatırımcılar –burjuva diyemiyorum– kurdukları firmalarda vergi konusunda kestirme yolları buldukları ve devlete yakınlıkla teşvik aldıkları için politik konularda herhangi bir açıklama yapamıyorlar. Hayat standartları gereği keyifleri de yerinde olduğu için tercihlerini yandaşlıkta ya da suskunlukla kullanıyorlar. Devleti yönetenler bu firma sahiplerine vergi kontrollerinde zorluklar çıkarabiliyor ve çok ağır tazminatlar ödetebiliyorlar. İşlerini doğru yapmayan ve vergilerini doğru düzgün ödemek yerine kullandıkları bağlantılarla iş bitirerek halleden sermaye sahipleri edilgen oluyor. Televizyonlarda bu insanları ülke vizyonu konusunda, çözümün nasıl olacağı konusunda konuşurken hiç göremiyoruz. Ya da şöyle de denebilir: Yatlarıyla dünyayı gezerken, dünyanın ünlü sanatçılarıyla partiler verirken, çocuklarını evlendirirken ya da battıktan sonra fabrikaların önünde kafası önde poz verirken görüyoruz. Neden? “Biz istihdam yaratıyoruz. Binlerce kişi çalıştırıyoruz.” yalanları da cabası. Hep onlar zenginleşiyor; çalışan ise yerinde sayıyor... Önümüzde kariyer diye yutturulmuş bir düş perdesi; yükselmek, daha çok kazanmak, daha çok ve lüks tüketmek amacında hayatımızı bir köle gibi geçirip gidiyoruz.

Sayın Kongar,
Sanayileşme artık farklılaştı. “Artık robotlar var; insanlara gerek yok.” gibi bir sonuca varmayacağım tabii ki… Çin orada öylece dururken... Sorun bilgidir ve dolayısıyla teknolojidir. Artık sanayide işçilerin bir önemi yoktur. Ustabaşları, deneyimli teknikerler, mühendisler ve yöneticilerdir firmaları götüren. Sayıları işçilerin yanında çok azdır. Nispeten işçilere göre daha çok kazanırlar. Bu deneyimli kişiler, üretim yapılan makineleri kontrol ederler, kalite yaratırlar, maliyet düşürürler, verimlilik sağlarlar, deneyimlerini bir sonraki projelere aktarırlar, sistem ve standart oluştururlar ve çarkın durmasını engellerler. Peki işçiler? Onlar sadece kas güçlerini, dikkatlerini satarlar. Yerlerine yeni biri geldiğinde üretim verimliliği belki biraz düşer; ancak yeni işçi hızlıca toparlar. Bu nedenle de vazgeçilmez değildirler işçiler. Hatalarında işten çıkarılırlar, bağlayıcılıkları yoktur. Artık üretimi yüksek teknolojili makineler yapar çünkü.
Hal böyle olunca asgari ücretle çalıştırılırlar. Eflasyon ne çıkarsa o kadar zam alırlar. Geçim sıkıntısı çektikleri için okuyamazlar, kitap alamazlar, sadece renkli gazeteleri resimlerine bakmak ya da bulmaca çözmek için alırlar. Örgütlenmelerinin önüne türlü engeller çıkarılır. Örgütlenmenin ne olduğunu zaten bilmezler, önemini kavrayacak bir hayat duruşları da yoktur.
Gazetede yazanlara koşulsuz inanırlar. Televizyon toplumunu oluştururlar. Dizilere göre hayatlarını biçimlendirir, yarışma programlarını aralarında tartışır; kulaktan dolma bilgilerle birbirlerini yalan yanlış yönlendirir, yanlış yönde etkilerler. Hayatlarında sadece 8-12 saat çalıştıkları iş yerleri, evde televizyonları, yanlış algıladıkları ahlak kavramları ve “din” vardır. Geçim sıkıntısı çektiklerini bilirler; ancak televizyonlarda verilen “ekonomik büyüme” haberlerine inanmayı tercih ederler. Parti değil de sanki takım tutarlar. Partilerinin başarısızlığını sanki bir yenilgi olarak düşünüp, önümüzdeki “maç”larda kazanacaklarını düşünürler. Takım değiştirmek zaten olacak iş değildir onlar için.
Gelecekle ilgili kaygıları yoktur. Kısır geçirdikleri günü bitirmeye çalışırlar. Taksit yapmayı severler; ama toplam parayı ödeyeceklerini düşünmez, ayda ödeyecekleri paraya bakarak -almak istedikleri şeyi alacak gücü olmamasına rağmen- malı alır, mutlu olurlar. Aldıkları ürünlerle kendilerine “güya” statü yaratırlar; çünkü televizyonlarda gördükleri, olmak istedikleri kahramanlar böyle sükseli hayatlar geçirirler. Paralarını da bu tip gereksiz, kazançlarına göre lüks şeylere harcadıkları için kahvehanelerde sosyalleşir; gazete, kitap, sinema, konser ve benzeri kültürel etkinliklere -anlamadıkları için- bütçe ayırmazlar. Paraları da kalmamıştır zaten. Öyle ya, aldıkları parayla karnını mı doyursun, çocuklarını mı okutsun; ne yapsın...Ben bu sınıfı işçi sınıfı olarak görmemizin en büyük yanlış olduğunu düşünüyorum artık. Büyük çoğunluğunu bu kişilelerin oluşturduğu bu kültürel altyapısı olmayan, hayatı algılamaya çalışmayan, bulunduğu konumla ilgili fikri olmayan; yaşayışlarını hastalıklı bir ahlak ve yüzeysel bir dindarlık üzerine kuran sınıfın; ciddi bir eğitim reformu olmadan sağlıklı bir topluma dönüşebileceğini sanmıyorum. Oylar bu kişilerden geleceği için de bu yaşayış tarzlarını değiştirecek demokratik bir politik yapı durduk yere neden bindiği dalı kessin saptaması yaparak düzenin uzun süre bu şekilde devam edeceğine inanıyorum. Sosyal devlet algısı, sol hareket ve bilimin Türkiye tarafından algılanamayışının en büyük nedeninin de bu sınıf olduğunu düşünüyorum. İşte tam da bu noktada “toplumu ayağa kaldırmak” söyleminin altının boş olması ve günümüzde dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın, ciddi tepki verilmesi gereken politik hatalar bile toplum tarafından tepkisizlikle karşılanıyor. Tepki olması için bilinç gerekiyor ve maalesef bu bilinç kesinlikle ülkemizde bulunmuyor. İnsanların anlamadığı, sohbetlerde geçen “ nasıl oluyor da halk bunları görmüyor!” un nedeni de bu zaten. Ama aynı toplum, kafatası milliyetçiliği, yüzeysel dini anlayış ve hastalıklı ahlak söz konusu olduğu zaman rahatlıkla tepki veriyor ve bu konuda yapılan haberler karşılığını hemen buluyor.

Ben işçi sınıfının yazımın başlarında belirttiğim bilgi birikimi olan, deneyimli ustabaşları, mühendisler ve yöneticiler olduğunu düşünüyorum. Türkiye yeni yeni sanayileştiği için de üretim deneyimi olan, teknik açıdan kendini yetiştirmiş insanların sayısı maalesef çok az. Dolayısıyla bilinç seviyemizin de bununla doğru orantılı olduğuna inanıyorum.

İşte bu deneyimli kesim de iki sınıfın arasında kaldığına inanıyorum. Yukarıda anlatmaya çalıştığım sınıfla; firma sahipleri yani elinde parası ve sermayesi olan sınıftır. Bu kişilerin de gelirleri, toplumdaki konumları gereği keyfi yerinde olduğu için etliye sütlüye karışmayan, gemiyi nereye sürdüğünü bilmeyen ya da umursamayan, sadece yol boyunca uğraşlarla, risklerle geldikleri bu pozisyonu koruma içgüdüsüyle sesini çıkarmadığını görüyorüm. İşte arada kalmış işçi sınıfının en büyük ikilemi sanırım budur. Bu ikilem de aslında konjoktür gereği dünyanın içinde bulunduğu derin ekonomik krizi, en iyi şekilde değerlenmesi gereken Türkiye’nin, fark yaratarak, Çin, Güney Kore gibi gelişimini yeterli miktarda yapamamasına neden olmaktadır. Türkiye gelişiyormuş gibi görünmektedir ancak bu yapılan politik adımlardan çok, konjoktür gereği olduğunu artık nettir. Toplumsal olarak bu sürece yetişemediğimiz, ne yapsak da dahil olmadığımız için de gündemimizi tamamen çağdaşlıktan uzak, yanıtı değer kazandırmayan konular oluşturuyor.

Türkiye gelişmeyecek mi? Tabiki gelişecek. Yanıbaşımızda çalışma gücü gün geçtikçe azalan, yaşlı, motivasyonsuz bir avrupa ile müttefikimiz olan ve dünyayı kontrol etmeye çalışan ama eline yüzüne bulaştıran bir Amerika var. Bu ülkeler artık üretmemekte; ürettirmektedir. Patent savaşları yapmakta ve her gün teknoloji üretmektedir. Bu teknolojileri satacak, kullanacakları ürünleri üretecek, genç nüfusundan yararlanacağı; daha karışıklıktan kafalarını kaldırmamış, el değmemiş, sanayileşmemiş, kredi kartı olmayan ortadoğu ülkelerin pazarına yavaş yavaş gireceği bir sağlam kapı olan Türkiye yanıbaşlarında öylece yapayanlız durmaktadır. Türkiye’nin gelişmeyeceğini düşünmek için medyum ya da bilimadamı olmaya gerek yok. Kişisel olarak 2023 söyleminin bir vizyon değil, ne yaparsak yapalım kaçınılmaz olarak geleceğimiz bir nokta olduğunu düşünüyorum.

Ali Özgür Bozkurt

4-3-2013

GEZİ PARKI OLAYLARI

GEZİ PARKI

Halkın, göreceli olarak daha önemli olaylar olmasına rağmen pek tepki vermeyen genç kesiminde bir patlama yaşandı; haklı bir eylem olduğu için evrildi ve günlerdir yurdun özellikle büyük şehirlerinde protestolar düzenleniyor... Bu olayların olumlu bir gelişme olmadığının düşünülmesi, pek zordur ve anlamsızdır. Başlı başına bir kilometretaşı olduğu ve gerçek tarih sayfalarına girdiği de nettir. Bu noktada olanları çok olumlu buluyor, belli bir mesafede başından beri destekliyorum.
Sanayi devrimini 15-20 yıla sığdırmaya çalışan bir ekonomik yapımız var. Yanı sıra ideolojik bilincin oluşmasını engelleyen; yaşam kalitesini, insan hakları ve özgürlüklerini katleden darbeler yaşamış bir halkız. Birçok ekonomik krizi ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nı yaşamış; son 60 yıldır hiçbir hükümet tarafından doğru dürüst ve yurtsever bir çerçevede yönetilmemiş olan ülkem Türkiye’nin bir yol ayrımına geldiği görülüyor. Seçilecek yolun bizi nereye götüreceğini bilmek, bu dünya düzeninde, pek de mümkün değil. Çünkü halkların, günümüz dünyasının siyasal, ekonomik yapısı içinde, geleceklerini belirlemesi maalesef pek mümkün değil sürdürülebilir olarak... En azından bizim coğrafyamızda...

Bu noktada, olan olayları doğru biçimde okumak, bu doğru protestoların iyiye ve güzele yönlendirilmesi için oldukça önemlidir.

Başından beri dikkatli olarak izlediğim olayların en çarpıcı noktası bu eylemleri başlatan ve sonrasında destek veren kişilerin sosyolojik durumlarıdır. Yaş olarak bu kuşağa yakın olduğum için net bir biçimde söyleyebilirim ki bu olay başlı başına politik; ancak eylemleri başlatanlar tarafından politik olmadığı savunulan enteresan bir olaydır. Sanatçılar, politikacılar ve eylemcilerin, üzerine basa basa bu eylemlerin politik bir eylem olmadığı söylemeleri, benim biraz rahatsız olduğum bir tavır. Ancak sanırım genelde tutucu, liberal ve sağcı olan vatandaşların tepkisini çekmemek; hatta bir bölümünün desteğini almak adına özellikle vurgulanan bir olgu diye okuyorum bu tavrı. Görece olarak da halkın belli bir bölümünün desteğini bu şekilde sağlanabildi. Türkiye halkının genel anlamda "sokaklarda" eylem yapan insanları pek sevmediği-maalesef- bilinen bir gerçekliktir; üstüne üstlük bir de eleştirir.

Ülkemiz demokratik bir ülke olsaydı (demokratik bir ülkede de bu olmazdı ama), bu eylemlerin tüm dünyada büyük bir şaşkınlık ve inanılmaz bir sempati yaratacağını düşünüyorum. Fakat Türkiye’de yaşadığımızı göz ardı edemeyiz. Eylemler sırasında yazarlar, sanatçılar, politikacılar; yani Türkiye gündeminde bir "yer"i olan kişiler, eylemcilerin yapısını, duruşunu şaşkınlıkla karşıladılar. Saydığım insanların bu gençliği tanımaması çok acınasıydı, trajikomikti. Şimdiye kadar seslerini çıkaramayan ya da duyuramayan sanatçıların ve sesi bir biçimde kesilen, yandaş olan medya ve medya çalışanlarının-anlayamadıkları bu durum nedeniyle- yüzlerinin güldüğü net olarak görülüyor. Onlar da otoriter devlet baskısına karşın bu akarsuya kendilerini bıraktılar. Bu nedenle de ciddi bir olaydır bu… Bir olgu (fenomen) olarak karşımızdadır.

Gelelim olayların ideolojik olmadığı savına… Ortada birçok eleştirinin olması, farklı düşüncede birçok insanın farklı söylemi, hükümetin gerçek bir muhatap bulmasını güçleştirdi. Hoş muhatap arayan da yoktu ya… Başbakan yurt dışındayken, kimi STK’lar Cumhurbaşkanı ile görüşerek 7 maddelik bir "istek" listesi sundular. Bu listedekilerin bir-ikisi dışındakilerin Gezi eylemlerine neden olan sorunların kaynağına inmeye çalışmak şöyle dursun, bu eylemleri kullanarak fayda sağlama ve ayar vermek için kullanıldığını düşünüyorum fırsat bulmuşken. İşte tam da bu nedenle eylemlerin devam etmesinin nedenini yalnızca Başbakan’ın söylemlerine bağlamanın dışında, bu maddelerin eylemcilerin düşüncelerinin ve isteklerinin tam olarak yansıtmaması olarak da görmek gerekir. Çünkü insan hakları, özgürlük ve demokrasi kavramları bu tip sığ maddelere indirgenemez.

Aslında eylemler bal gibi ideolojiktir. Ancak eylemleri başlatan genç kitleler -politik bilinçten yoksun oldukları için- yaptıkları eylemi sınıflandıramamakta; hatta ve belki de kavrayamamaktadır. Ancak ne olursa olsun bu eylemin katılımcısı bu gençler politik olarak çok kısa bir sürede evrilecektir; diyalektik bilinç bu evrilmenin bazen beklenenin aksine çok kısa bir sürede olabileceğini öğretir bize. Dert demokratik bir ülkede, hukuku ve evrensel insan haklarını temel alan tam bağımsız bir ülkede, özgür bir birey olarak yaşamak istemektir. Bu istemlere yönelik eylemler nasıl ideolojik olmaz?

Özellikle 12 Eylül sonrasında sola vurulan büyük darbe sonucunda bir şekilde ayakta kalan, arkadaşlarını, akrabalarını, liderlerini, rol modellerini -o güzel insanları- kaybeden kesim; çocuklarını politikadan, protestolardan, eylemlerden, hak arama yollarından uzak tutmuş, aynı acıları yaşayacaklarını düşünerek, içgüdüsel olarak herhangi bir isyanı dile getirmelerini engellemiştir. Tabiki kimi anne-baba bunu "başaramamış"tır; ancak çoğunun başardığı “Gezi Eylemleri” pratiğine kadar nettir. 20’li, 30’lu yaşlara kadar "felsefenin temel ilkeleri konusunda bilgisiz, ideolojik olmayı reddeden, anne ve babalarının çocukluklarına göre çok şımarık yetiştirilen, büyük oranda teknolojiyle birlikte diğer nesillere göre bencil ve yalnız" bu kuşaktan elle tutulur bir ideolojik tavır beklenmesi belki de son 30 yılı bu bakış açısıyla değerlendirememekten kaynaklanıyor. 12 Eylül faşist darbesini ensesinde hisseden birçok sağcı anne-baba için de durum farklı değildir, diye düşünüyorum. İşte bu eylemleri gerçekleştiren topluluk, genel olarak bu insanların çocuklarıdır.

Bu nedenledir ki; ne Ergenekon davası, akıl almaz tutukluluk süreleri, Odatv davaları, haksız ve hukuksuz göz altına almalar, medyanın işlevsizleştirilmesi ve yandaşlaşması, Deniz Feneri ve daha gündeme gelmeyen bir çok yolsuzluk, rant için doğanın katledilmesi, HES’ler, kadınların öldürülmesi, eğitim kurumlarının ve uygulamalarının çorbaya dönmesi, 4+4+4, Alevilere ve azınlıklara yönelik kışkırtıcı, aşağılayıcı söylem ve politikalar, Uludere katliamı, devletin antidemokratik uygulamaları, dış politikanın çöküşü, Suriye yaklaşımı, Reyhanlı ve ne de son aylarda dikte edilen yasaklamalar ve sözde büyük inşaat projelerine kadar ciddi, toplumu kapsayan, arkasına alan bir eylem yapılamamıştır. Ancak tüm bu olaylar, toplumu çok uzaklara ok atacak bir yay gibi germiş; Gezi olaylarında polisin acımasızca, gaddarca ve kinle saldırısı ile de ok yaydan çıkmıştır. İki-üç ağacın kesilmesini engellemek için yapılan eylemler olarak okumasından da hükümetin olayları hiç ama hiç anlamadığı anlaşılmaktadır. Olayları yumuşatacak bir politika üretemeyip kolaya kaçması, her şeyi zamana bırakma yoluna gitmesi de yaklaşık 11 yıldır devleti yöneten AKP’nin iyice çaresiz bir durumla karşı karşıya olduğunu göstermektedir.

Ne gariptir ki yaptığı eylemin nerelere gidebileceğini bilemeyen bir toplulukla, ne yapması gerektiğine karar veremeyen bir hükümet karşı karşıyadır. İlginç bir süreç yaşanıyor. Bu noktada sorunu çözecek olan hükümettir. İyiye ya da çok kötüye evrilmesine Başbakan karar verecektir; bu, çok ince bir çizgidir. Gerçek aydınların, yurtseverlerin duydukları kaygının nedeni de sonucun tek kişinin ağzından çıkacak bir çift söze bağlı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu ise gerçek bir demokraside söz konusu bile olmayan bir durumdur.

Şu ana kadar ki yaşamışlıkları, kültürel konumu, çevresindeki insanların ve danışmanlarının verdikleri bilgiler ve dünya görüşü çerçevesinde karar verecek olan Başbakan, yangına körükle gitmeyi sürdürürse iş çok ciddileşecektir. Kaygı budur ve maalesef bu eylemler süresince Başbakanın basın toplantısındaki söylemleri bu kaygıyı daha da arttırmaktadır. Dünyada ve ülkemizde birçok "akil" insan bu süreci dikkatli biçimde izlemekte ve nasıl konumlanması gerektiğini değerlendirmektedir. Her iki kanadın, olayların nereye gideceği konusunda fikri olmadığı bir dönemde bu şekilde konumlananların olması gereklidir ve sağlıklıdır. Sürecin iyiye evrilmesinde sağduyu çok önemli bir parametredir.

Her şeyden önemlisi, gelişmiş toplumlarda yıllarca kanlı bir biçimde yaşanan demokratikleşme süreci, Türkiye’de tarihsel olarak, teknolojinin ve bilimin sayesinde nispeten daha insancıl ilerlemektedir. Bu çok önemli bir avantajdır. Ancak seküler yapı konusunda hala çok geri olduğumuz da açıktır. Demokratikleşme ve laiklik kavramları birbirinden ayrı düşünülemez. Çünkü din, her zaman sağcı politikacılar tarafından kullanılmış ve insanların temiz duyguları sömürülmüştür. Bu noktada din odaklı partilere oy veren halkın, laiklik konusundaki tutumu, diğer partilere oy verenlere göre çok geridedir. Korkutucu olan, o kanadı temsil eden bir partinin güçlü biçimde iktidarda olmasıdır. Başbakanın söylemleri ve diğer partililerin buna karşı "adam gibi" mücadele edememesi korkuyu arttırmaktadır. Özellikle son beş yıldır yürütülen politikalarla bu günyüzüne çıkmıştır. Kuzey Afrika gezisinden sonra otobüs konuşmasına giden halkın pankartları ve sloganları da bunlara örnek olarak verilebilir.

Devlet adamlarının bu süreci bir demokratikleşme süreci olarak görüp kitlelerle inatlaşarak aldıkları kararlardan vazgeçmeleri, toplumun her kesimini kucaklayıcı ve barışçıl bir söylemle bunu dile getirmeleri gereklidir. Yapılacak icraatlar nedenleriyle birlikte halka tek tek açıklanmalıdır. Mevcut söylemler sürdürülürse gerginlik artar, kaotik bir süreç güçlü bir ülke olma yolundaki ülkemiz için çok büyük ve geri gelmeyecek zaman kayıplarına yol açar. Toplumda olabilecek bir kırılmanın sonucunda olacakları düşünmek bile istemiyorum.

Ülkeyi yönetenlere seçimlerle karar verilir. Ve şu anda yamalı bohçaya dönmüş anayasamızla çoğulcu bir seçim yapılması mümkün değildir. Bu eylemlerin gerçek bir sonuç doğurması isteniyorsa, bir sonraki seçimlerde daha dengeli bir TBMM olmalıdır. Seçim barajı kaldırılmalı, her görüşün parlamentoda temsiline izin verilmelidir. Siyasi Partiler Kanunu tüm demokratik öğeleri kapsayacak biçimde yenilenmelidir.

Bu eylemciler birilerine oy vermelidir ki temsil edilsinler ve istekleri de yerine getirilsin. Aksi durumda demokratik olduğu söylenen bir ülkede her antidemokratik uygulamaya karşı eylem yapmaya kalkılırsa, sanırım eylemsiz gün olmayacaktır. Muhalefet partileri tam anlamıyla çuvallamıştır. Halkın bu isyanını daha güçlü biçimde temsil edecek bir yapının oluşturulması gerekmektedir. Ve en nihayetinde yeni bir anayasa şarttır.

Peki politik olmayan bu kuşak seçimlerde nasıl pozisyon alacaktır? Nereye yönelenecektir? Bunu zaman gösterecektir. Kime oy verecekleri belli değildir. Oy vermenin önemini bile kavrayabildiklerini sanmıyorum. Bu nedenledir ki birçoğunun ilk kez böyle eylemlere katılıp, devlet şiddeti görmesi onları ister istemez politize edecektir. Sol muhalefet partileri bu sorunu çözmelidir. Bu gençlerin özgürlük istedikleri unutulmamalıdır.

Bu aşamada yapılacak şey; Atatürk’ü seven, sevmese de ona saygı duyan; insan hak ve özgürlüklerini sonuna kadar savunan; gelecekle ilgili mantıklı, sosyal ve ekonomik projeler ortaya koymak isteyen, dünyayı anlayan, teknolojinin önemini kavrayan, özgürlükçü, güçler ayrılığını tartışmasız savunan, yurtsever, kendi cebine göre değil, halk merkezci konumlanan tüm benzer ideolojideki sol-sosyal demokrat siyasal partilerin bir çatıda, hiçbir çıkar tartışmasına girmeden ve "özel" pazarlık maddeleri ortaya koymadan birleşmesi adımının atılmasıdır. Sonrasında yapılacak iş de görüşlerini geniş kitlelere duyurmak için tüm iletişim yöntem ve elemanlarını devreye sokup genel seçimlerde iktidar olmaya çalışmaktır.

Umalım seçim sonrasında daha dengeli bir TBMM yapısı, sadece halkının çıkarlarını düşünen, ahlaklı ve yurtsever milletvekili profili olur da yıllardır süren bu talan ve kibir tiyatrosu biter. Olmazsa, son 60 yılda olduğu gibi benzer oyunculuklar izleyip hayıflanır dururuz.

Ali Özgür Bozkurt

08 Haziran 2013, İstanbul

ACI

ACI

Zamanımı
Zamanın nasıl geçtiğini
Algılamak için harcıyorum
Ne acıdır ki
Zaman kaybediyorum!


29.08.2000