13 Kasım 2014 Perşembe

Atatürk Ne yaptı ki?

Montreal'de yaşayan Saint Joseph mezunu bir kişinin duvarından alıntıdır.

"....Yıl 2005, dinci bir Tunuslu burada bana , "Atatürk ne yaptı ki? diye sordu. "Ben Fransızcayı keyfimden , sen mecburiyetten öğrendin" dedim ..."

Bazen çok konuşmaya gerek yoktur...

30 Ekim 2014 Perşembe

‘Demokrasi’ Masalı Biterken...

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana bir eşiğin daha aşıldığını düşünüyorum. Şimdi, ortaya çıkmakta olan şeyin adını koymak kolay değil. Ancak bu “şey” giderek, geçen yüzyılda örneklerini gördüğümüz totaliter (faşist) rejimleri daha fazla anımsatıyor. Bu konuda, Samir Amin’in Monthly Review dergisinde yayımlanan “Çağdaş Kapitalizmde Faşizmin Geri Dönüşü” makalesi bize yardımcı olabilir.

Faşist rejimlerin ortak özellikleri Samir Amin, Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz, savaşta yenilmiş Fransa ve Belçika’da, Doğu Avrupa’nın Polonya, Romanya, Macaristan gibi bağımlı ülkelerinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, “bağımlı ülkelerde” görülen faşist devletlerin, hareketlerin ortak özelliklerini tartışıyor. 

Kısaca şöyle özetlenebilir: Bu hareketler, rejimler
(1) Kapitalist düzenin kurallarını kabul ediyorlar;
(2) Şiddetli bir ekonomik ve siyasi krizin içinde ortaya çıkıyorlar;
(3) İşçi haklarına saldırır, baskıcı yasalar geçirirken, bunları geriye dönük bir bakışla, bir imparatorluğun restorasyonu, unutulmuş bir hafızanın canlandırılması gerekçelerine ya da resmi bir devlet dinine dayandırarak meşrulaştırıyorlar;
(4) Kent orta sınıfının yanı sıra, kapitalizmin zenginliklerinden ve kültüründen uzak kalmış, feodal, ataerkil ilişkilere yakın kesimlerin desteğini alıyorlar;
(5) Etnik, mezhep ayrılıklarını vurgulayan motifleri propagandalarında yoğun biçimde kullanıyorlar.
Bunlara, her toplumsal kabarıştan sonra korkarak, sürekli bir tehdit unsuru, provokasyon yaratarak getirilen yeni baskıcı yasaları, keyfi yönetim uygulamalarını, lider ve tek adam yönetimini yerleştirmeye çalışmalarını ekleyebiliriz.
Ve AKP...
AKP, şiddetli siyasi, ekonomik krizlerin ürünü olarak ortaya çıktı. Hem 28 Şubat hem de onu izleyen koalisyon hükümeti, tam anlamıyla bir yönetim krizi sergilediler. Bu sırada uluslararası hegemonyacı gücün, kendi hegemonya krizini imparatorluk ve Büyük Ortadoğu projeleriyle aşmaya çalışması da dış koşulları oluşturdu.
AKP döneminde, işçi haklarını, demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlayan yasalar hep, Cumhuriyet öncesi dönemin kodlarına, dine, ahlaka yapılan göndermelerin yanı sıra “demokrasi” söylemiyle gizlenerek ilerledi. AKP’nin toplumsal tabanına bakınca, İtalyan faşizminin kırsal oy tabanına benzer, muhafazakâr, dindar, kırsal bağları güçlü, yoksul bir kesim görüyoruz. Bu kesim, sürekli dini değerler vurgulanarak, Aleviler anımsatılarak, “ecdadımız” söylemine başvurularak son derecede saldırgan, otoriter, onların düzene olan öfkesini istismar eden bir dil ile kışkırtıldılar, bir lider kültü geliştirmeye yönlendirildiler.

Alman ve İtalyan faşist rejimlerinin yerleşirken önceki rejimin kalıntılarından tümüyle sıyrılarak özgünleşmeye başladıkları bir dönüm noktası var: İtalyan faşizminde,Mussolini rejiminin yolsuzluklarını, seçim hilesini belgeleyen Mateoetti’nin öldürülmesi, Almanya’da Reichstag yangını.
AKP döneminde de Cumhuriyet mitinglerinin yarattığı korku ilk baskı dalgasını, Gezi olayının yarattığı korku ikinci dalgayı getirdi. Ancak esas dönüm noktası, bu iki dalganın ardından geldi: Yasalara rağmen yapılan uygulamalar, yolsuzluk soruşturmalarının susturulması, Cumhurbaşkanı’nın yürütmenin başı gibi hareket etmeye başlaması, yeni MİT yasasıyla ardından gelen yeni polis yasası, Roboski’den Gezi olayına, Kobani protestolarına kadar cinayetlerin faillerinin bir türlü bulunamaması, kimi hükümete yakın şahısların Meclis komisyonunun ifade verme çağrısını cevapsız bırakabilmesi bence şunu gösteriyor: AKP rejimi, iktidarını bir daha gitmeyecek biçimde konsolide etmeye yönelik son adımları atıyor. 

Ancak bu sırada, iç ve dış dinamiklerin hızla ayrışmakta olması ilginç sonuçlar yaratabilir. Bir ekonomik kriz beklentisi var, Carlyle gibi, kriz içinde, ucuza şirket toplayan Pentagon bağlantılı bir yatırım şirketi ülkede konuşlanıyor. “Barış-müzakere” süreci denen garip şey, bu haliyle bile çıkmaza girmiş durumda, üç günde protesto olaylarında 48 kişi ölebiliyor... Dış politika projelerinin elinde patlamış olması bir yana, AKP’nin kamu düzeni saplantısı, ağzından düşmeyen “komplo”, “dışakıl”, “üst akıl” açıklamaları, kontrolü kaçırmakta olan bir yönetim görüntüsü sergiliyor. 

Bu karanlık bir tablo, ama içinde solu birleştirmeye başlayan Haziran Hareketi gibi umut verici, siyasete yeni bir renk katmaya aday gelişmeler de var... Şimdi, ülke ya faşizm ya başka bir şey kavşağında duruyor...  
29 Ekim 2014 Cumhuriyet, Ergin Yıldızoğlu

8 Temmuz 2014 Salı

Türkiye Plastik Enjeksiyon Kalıpçılığı Üzerine…

Bir ülkede plastik enjeksiyon kalıbı sektörünün varlığı ve gücü konuşulurken; sadece elde edilen toplam cironun analitik olarak değerlendirilmesi kısır bir yaklaşımdır. Bu verilerin yanında o sektörde çalışanların işgücü, adedi, deneyimi, yetkinlikleri, liderlerinin kalitesi, altyapısı, teknoloji kullanabilme yetisi ve (belki de) örgütlenmesi de göz önünde bulundurulmalıdır.

Aslında sektörel ciro hacminin ve gelecek projeksiyonunun, söz konusu diğer alanların yanında pek de önemli olmadığını artık kabul etmemiz gerekmektedir. Çünkü ciro, diğerlerinin varlığıyla ortaya çıkan değerlerden yalnızca biridir. Yukarıda belirttiğim olgular ise cironun sağlıklı biçimde artması ve sürdürülebilir olmasının teminatıdır. Dolayısıyla önümüzdeki 10 yıllara biçilen hedeflerin de göz boyamaktan öte bir anlam ifade etmediği görülmelidir.
Ülkemizde -birkaç teknik lise dışında- kalıpçılık üzerine eğitim verilen bir okul ya da üniversite bulunmamaktadır. Sanayinin temeli olan kalıp, üniversiteler tarafından bilinmemekte; ne yazık ki konu üzerine hiçbir çalışma yapılmayarak ıskalanmaktadır. Üniversiteler tarafından desteklenmeyen hangi sektör ayakta kalabilir ki?

Bu konuda işgücü yaratma sorumluluğu anasanayilere, yansanayilere ve ülkemizde sayısı çok az olan kalıpçılara bırakılmıştır. Hatta biraz daha ileri giderek ülkemiz kalıpçılarında yetişen işgücü göz ardı edilebilecek ölçekte olduğu bile gerçekten uzak bir yaklaşım olmasa gerek.

Farklı alanlarda 4-5 yıl eğitim görmüş mühendis adayları, ancak kazara bu işe başlamışlarsa mesleki olarak gelişebilmekte; zor, ciddi bir teknik altyapı gerektiren ve aynı zamanda plastik bilimi, plastik enjeksiyon prosesi, plastik enjeksiyon makine teknolojisi gibi disiplinler arasında tutunabilirse yetişmekte ve katma değer yaratmaktadırlar. Ülkemizde bu konuda uzmanlaşmış teknik insanların sayısı çok ama çok azdır. Bu durum ise alttan gelen mühendis adayların yetişmesini engellemekte ve yavaşlatmaktadır.

Özetle, kalıp teknolojisi anlamında iç dinamiklerimiz, - potansiyelimize göre- katma değer yaratacak ve yoğun dış ilgi çekecek ölçüde kazançlar sağlamaya yeterli değildir. Dolayısıyla ayakta kalabilmenin ve sürdürülebilir bir gelişim sağlayacak ivmeyi yakalamanın tek yolu, devletin konuya ciddi olarak eğilmesi; gerçekçi, konuya hakim sektör liderleriyle birlikte bir “vizyon” belirlemesidir. Yanısıra acilen bir “gelişim planı taslağı” ve “proje planı” oluşturmalıdır.

Dünyanın kalıp sektörü gelişmiş olan tüm ülkelerinde kalıpçılar, devletler tarafından desteklenmektedir. Finansal ve vergisel birçok avantaj sağlanmaktadır. Örneğin; Çin kalıpçılarının, dışsatım yaptığı tüm kalıplarda çok ciddi vergi avantajları bulunmaktadır. Kore kalıpçılarının neredeyse tümü, iç pazara çalışmakta ve son 15 yılda ortaya çıkardıkları Samsung, LG, Hyundai, Kia gibi markalarla paralel olarak büyümektedirler. Örneğin bu markalar öyle stratejik finansal ortam oluşturmaktadır ki, ister istemez ana sanayilere hizmet eden yan sanayiler büyük ölçüde Kore kalıpçıları dışında firmalarla çalışacak kalıpçı bulamamaktadırlar. Almanya, Fransa, İtalya ve Portekiz (belki bunlara Japonya’da eklenebilir.) gibi genelde Avrupa, Japonya, Kuzey Amerika ve Brezilya gibi marketlere hizmet veren kalıpçılar ise hem örgütsel güçleri hem devlet destekleri ve en başta belirttiğim yetkin işgücü ile yeni ve yüksek teknoloji kalıpları üretme alanında neredeyse tekel durumundadırlar. Eğer katma değeri yüksek parçalar üretecekseniz, ancak bu ülkelerin kalıpçılarıyla çalışarak riskleri minimize edebilirsiniz. Özetle; ülkeler bu noktada stratejilerini, ellerindeki potansiyele göre şekillendirmiş durumdadırlar ve çarklar da dönmektedir.

Tüm bu koşullar düşünüldüğünde, kalıpçılığın topraklarımızdaki durumunu net olarak görebiliriz. Devletin -özellikle kalıpçılık anlamında- neredeyse hiçbir ekonomik desteği bulunmamaktadır. Geleceğe dair hiçbir stratejisi yoktur. Zaten düşük kar majlarıyla çalışan firmalar finansal sıkıntılar çekmekte, bunu gidermek içinse daha fazla iş almaktadırlar. Bu nedenle de kalıp ve dolayısıyla proje kalitesini düşürmektedirler. Sanayi Bakanlığının bu dal ile ilgili bırakın bir girişimi ya da yol gösterici tutum sergilemesini, konuya çok uzak olduğu net bir biçimde ortadadır. Otomotiv zincirinin en önemli halkalarından biri olan kalıp, sadece ve sadece kendi kaderine bırakılmış bir görüntü sergilemektedir. Bu durum sürerse -anasanayilerin fiyat baskısı altında- bu pazar, başka ülkelere kayacaktır (halen de kaymaktadır).

Ülkemizin genç nufusu ve işsizlik durumu göz önününe alındığında, dal ne olursa olsun, akılcı bir strateji ve yaklaşımlarla hangi alan olursa olsun sektörü ayağa kaldırma potansiyeli bulunmaktadır. Diğer gelişmiş ülkelerden -üretime dayalı sanayinin ön plana alınması dışında- hiçbir eksiğimiz yoktur. Bu konu da zaten başlıbaşına bir kilometre taşıdır. Bu olgu, ülke gelişiminin başlangıcı ve itici gücü olarak düşünülmelidir.

Bu sektöre hizmet veren tüm firmaların UKUB önderliğinde, daha odaklanmış biçimde örgütlenerek ve zaman kaybetmeden önce birbirleriyle; sonra devletle sıkı bir diyaloğa girmesi gerekmektedir. Sektörel potansiyeli net bir biçimde anlatılmalı, ülkeye faydaları açık analizlerle ortaya koyulmalıdır. Devletin bu konuya eğilmesi için yapılan çalışmalar usanmadan, ısrarla sürdürülmelidir ve artık sonuç alınmalıdır. Bunun yanında UKUB’un da özellikle küçük ve orta ölçekli kalıpçılara elle tutulur, gözle görülür faydalar sağlaması, kalıpçıların bu birliğe olan inancını pekiştirecektir. Türkiye’deki her bir kalıpçı UKUB’a üye olduğunda bundan fayda sağlayacağı kanıtlanmalıdır. Örneğin; eğitimlerin arttırılması, nispeten kolay ulaşılabilir kredilerin sağlanması, kalıpçıların maliyetli satınalma kalemlerini bir çatı altında toplayarak, kalite ve maliyet verimliliği arttırılması sağlanabilir. Sektöre hizmet veren kalıpçı yan sanayilerinin satınalma hacimleri ne olursa olsun sınıflandırılmadan –makine, sıcak yolluk, çelik, standart elemanlar v.b- iletişimi arttırılarak daha etkili bir sinerji yaratılabilir. Bu sinerji, sektöre yön veren anasanayiler başta olmak üzere, yansanayilerle de buluşturularak, yurtdışına giden işlerin geri dönmesini sağlayabilir.

Tüm bunlardan yola çıkarak UKUB, öncelikle; topraklarımızdaki anasanayi ve yansanayi kalıp satınalıcılarıyla frekansı yüksek toplantılar yapmalıdır. Bu toplantılarda ise Türk kalıpçılarının tanıtımını yapmalı, yetkinlikleri konusunda bilgi vermeli. Ve firmalarımızın yaratabilecekleri "değerler" konusunda da onları ikna etmelidir. Bu özgüven kalıpçılarımızda vardır...

Ali Özgür Bozkurt

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Pirinç ya da Buğday: Doğu ya da Batı

Science dergisinin 9 Mayıs 2014 tarihli sayısında, Çin'in Kuzey ve Güney bölgelerindeki halkların davranış biçimleri arasındaki farkları bu iki bölgede tarımı yapılan ürünlere, güneyde pirinç ekilirken kuzeyde buğday ekilmesine bağlayan bir araştırma yayımlandı (Talhelm ve meslektaşları, 2014)[i]. Aynı sayıdaki bir başka makalede de bu sonuçlar özetleniyor ve yorumlanıyor (Henrich, 2014)[ii]. Makaleler, bu iki bölge arasındaki farkların nedeninin tüm dünyada Batı toplumlarıyla Doğu toplumları arasındaki farklar için de genelleştirilebileceğini savunuyor. Bu yazının ilk bölümünde bu çalışmadan bahsedip makalelerden alıntılar yapacak, sonraki bölümündeyse içinde yaşadığımız coğrafya ve kültürle benzerliklere dikkat çekeceğim.
 Çin'de Pirinç Eken Güneyle Buğday Eken Kuzeyin Farkı
"Endüstriyel devrimin neden ilk kuzey Avrupa'da ortaya çıktığı tarihin en büyük sorularındandır. M.S. 1000'de dünyaya bakan birinin ilk aklına gelen adaylar Orta Doğu ya da Çin'de olurdu, Avrupa'da değil." (Henrich, 2014)
"On yıllardır yapılan araştırmalar, başka toplumlarla karşılaştırıldıklarında,  Batılı, Eğitimli, Endüstriyelleşmiş, Zengin ve Demokratik (Western, Educated, Industrialized, Rich, and Democratic: WEIRD) toplumların psikolojik olarak farklı olduğunu, hem fazlasıyla bireyci hem de çözümleyici bir zihne sahip olduğunu göstermiştir. Yüksek düzeyde bireycilik, insanların kendilerini başkalarından bağımsız görmeleri demektir ve bu kişiler olumlu sayılan özelliklere sahiptir. Kendi akrabalık, kabile ya da dini grupları dışındakilerle yeni ilişkiler kurmaya açıktırlar. Başka birçok  toplumda ise insanlar, yoğun hısım akraba ağlarının parçasıdır ve işbirliği, güvenlik ve kişisel kimlik açısından bunlara bağlıdır. Böylesi ortaklaşacı toplumlarda mülkiyet ortaktır, miras alınan ilişkiler korunur ve yabancılara ya da soyut prensiplere yeğlenir." (Henrich, 2014)
"Batı kültürü daha bireycidir ve çözümleyici düşünmeye dayanır, Doğu kültüründeyse bireyler birbirine sıkı bağlıdır ve düşünme bütünseldir. Çözümleyici düşünme, soyut kavramları ve kurallı akıl yürütmeyi, örneğin mantığı kullanır: Eğer A doğruysa, A'nın tersi yanlış olmalıdır. Bütünsel düşünceyse sezgiseldir ve zıtlıkları da kabul edebilir: Hem A, hem de A'nın tersi aynı anda doğru olabilir." (Talhelm ve meslektaşları, 2014)
"Birçok çalışma, artan bireycilik ve çözümleyici düşünmeyle buluş, yenilikçilik ve yaratıcılık arasında bağ bulmuştur. Neden kuzey Avrupa'da bireyci ve çözümleyici düşünme daha çoktur? Çin, ilk bin yılın sonunda teknolojik olarak daha ileri, kurumsal olarak daha karmaşık ve daha eğitimliydi. Neden Avrupa Çin'den daha bireyci ve çözümleyici oldu?" (Henrich, 2014)
Talhelm ve meslektaşları, bu farkı açıklamak için önerilmiş modernleşme ve hastalık kuramlarından bahsedip yetersizliklerini açıklıyor: "Psikoloji, Doğu-Batı farklarını uzun uzun listelese de, bu farkların nedenlerinin ne olduğu hakkında kabul edilmiş bir açıklamadan yoksundur. Modernleşme kuramı, toplumların zenginleşip daha iyi eğitildikçe ve kapitalistleştikçe daha bireyci ve çözümleyici olduğunu savunur. Bu dünya çapında yapılmış anketlerle de kısmen desteklenir, ama Japonya, Kore ve Hong Kong gibi, milli geliri Avrupa Birliğini aşmış yerlerin neden ısrarla ortaklaşacı olmayı sürdürmekte olduğunu açıklamakta zorlanır (Şekil 1). Hastalık kuramı ise salgın hastalıkların sıklıkla görülebildiği yerlerde yabancılarla iletişimin tehlikeli olduğu ve bu durumun böyle yerlerde yaşayan toplumları daha içe dönük ve ortaklaşacı yaptığını savunur. Çalışmalar, tarih boyunca hastalık taşıyan mikropların görülmesiyle ortaklaşacı davranış ve deneyime daha az açıklık arasında ilinti bulmuştur. Ama hastalıklar hava sıcaklığıyla da ilintili olabilir."


 

 


 
Şekil 1. Kişi başı GSMH ile ortalama bireycilik arasındaki ilişki (Talhelm ve ötekiler, 2014, ek kaynak).   Zengin Doğu Asya ülkelerinde GSMH yüksek olmasına rağmen bireycilik düşük.
 
Yangtze Nehri Bir Sınır
Çin'de Yangtze Nehri buğday yetiştiren kuzeyi pirinç yetiştiren güneyden ayırır. Talhelm ve meslektaşları, Çin'in bu iki bölgesinde ekilen pirinç ya da buğdayın tarımı için gereken koşulların o bölgelerde yaşayan insanların davranışlarını ve kültürünü etkilediğini ve binlerce yıl boyunca benimsenmiş bu kültürün yaşam koşullarının değişmesine rağmen halkların davranışları üzerinde hâlâ etkisinin sürdüğünü savunuyor.
"Pirinçle buğday arasında sulama ve iş gücü farkı vardır. Pirinç (çeltik) ekimi sürekli su gerektirdiği için pirinç bölgelerinde insanlar karmaşık sulama sistemleri geliştirmiştir, bu da çiftçilerin işbirliğini gerektirir. Sulama ağlarında her ailenin kullandığı su komşularını etkiler ve bu yüzden pirinç çiftçilerinin su kullanımında uyum içinde olmaları gerekir. Sulama kanallarının yapımı, temizlenmesi ve bakımı her yıl çok çalışma ister, ve bu yalnız bireylerce değil ancak tüm köyün birlikte çalışmasıyla yapılabilir. Pirinç ekimi çok daha zahmetlidir ve buğdaydan en az iki kat daha fazla çalışma gerektirir.
"Orta Çağda yaşayan Çinliler iki ürün arasındaki bu büyük farkı biliyorlardı ve 1600'lerde yazılmış bir tarım rehberi, 'Eğer insan gücü azsa, buğday ekmek daha iyidir,' diye yazmıştır.
"Çok fazla iş gücü gereksinimi yüzünden Hindistan'dan Malezya'ya ve Japonya'ya dek pirinç eken köylerdeki çiftçiler işbirlikçi iş gücü değiş tokuş yöntemleri geliştirmiştir. Çiftçiler ekim zamanlarını, hasatları farklı zamana gelecek ve birbirlerine tarlalarında yardım edebilecek biçimde birbirlerine göre ayarlamışlardır. Bu iş gücü değiş tokuşu en çok fideleme ve hasat zamanındadır, çünkü bunlar kısıtlı bir zaman aralığında yapılmalıdır, ki bu da insan gücüne olan gereksinimi artırır. Ekonomik deyimle, pirinç tarlası işbirliğini değerli yapar. Bu da pirinç çiftçilerini yoğun işbirliğine, karşılıklı sıkı bağlar kurmaya ve sürtüşme çıkaracak davranışlardan kaçınmaya iter.
"Halbuki buğday yetiştirmek daha kolaydır. Buğday için sulama kanallarına gerek yoktur, çiftçiler yağmura güvenebilir, ve komşularla işbirliği yapmak gerekmez. Ekim ve hasat, tabii ki iş gücü gerektirir, ama bu pirinç için gerekenin yarısı kadardır. Daha az yük çiftçilerin kendi tarlalarına, komşularına bel bağlamaya gerek kalmadan bakabilmesi demektir."
Talhelm ve meslektaşları, Çin'in altı farklı bölgesinden gelen 1162 tane Han Çinlisi üniversite öğrencisi üzerinde yapılan deneylerin sonuçlarını o bölgelerle ilgili başka istatistiklerle (gelir durumu, hastalıklar, vb) birleştirerek üç ölçüte göre farkları araştırıyor:  Kültürel düşünme ölçütü, bireycilik, ve sadakat/kayırıcılık.
 

Şekil 2. Çözümleyici düşünme ve bireyselliğin ölçülmesi (Henrich, 2014). (Sol: Çözümleyici düşünmenin üçlülerle ölçülmesi. Tavşan köpekle mi eşleşir (çözümleyici yanıt), havuçla mı (bütünsel yanıt). Orta: Bireyciliğin ölçülmesi. Kişiyle arkadaşları arasındaki ilişki. Bireyci yanıtta "ben", ötekilerden daha büyük çizilir; ortaklaşacı yanıttaysa yaklaşık aynı büyüklükte, hatta daha küçük. Sağ: Arkadaş ya da yabancılarla iş ilişkisine girmek. Arkadaşınız ya da yabancı dürüst ve para kazanıyorsunuz, onu ne kadar ödüllendirirsiniz? Arkadaşınız ya da yabancı  dürüst değil, onu ne kadar cezalandırırsınız?)
Davranış farklarını belirlemek için katılımcılara farklı deneyler yaptırıyorlar (Şekil 2): "Üçlü seçim deneyi katılımcılara üç öğe gösterir, örneğin, tren, otobüs, ve ray, ve bunlardan ikisini eşlemelerini ister. Bu üçlüden iki tanesi aynı soyut sınıftan oldukları için eşlenebilir (tren ve otobüs, taşıt sınıfındandır), iki tanesi de işlevsel ilişki yüzünden eşlenebilir (tren, ray üstünde gider). Batılı ve bireyci kültürlere sahip halklar daha çok soyut (çözümleyici) eşlemeleri seçerken, Doğu Asya ve öteki ortaklaşacı kültürlerden halklar daha ilişkisel (bütünsel) eşlemeleri seçer. Bu testler sonucunda çıkan verilere bakınca modernlik ya da hastalık kuramlarının bu iki bölge arasındaki bütünsel düşünce farkı açıklamadığı görülüyor. Ama tarım arazisinin daha büyük bölümünü pirinç ekimine ayıran  bölgelerden gelenlerin daha bütünsel düşündüğü sonucu çıkıyor.
"Sosyal çizge testinde katılımcılara kendilerini ve sosyal ilişkide oldukları kişileri içinde kendilerini ve başkalarını birer çember olarak gösterdikleri sosyal bir ağ olarak çizmeleri söylenir. Katılımcıların kendilerine karşılık gelen çemberin büyüklüğünü öteki çemberlerin büyüklükleriyle karşılaştırarak bir bireycilik (ya da kendini abartma) ölçüsü belirlenir. Önceki bir çalışmada Amerikalıların kendilerini başkalarından ortalama 6 mm daha büyük, Avrupalıların ise 3.5 mm daha büyük çizdiği gözlemlenmiştir; Japonlarsa kendilerini biraz daha küçük çizer. Bu çalışmada, buğday bölgelerinden gelenlerin kendilerini 1.5 mm büyük, pirinç bölgelerinden gelenlerinse 0.03 mm küçük çizdiği gözlemlenmiştir.
Sadakat/Kayırıcılık Testi
"Bir başka deneyse sadakat/kayırıcılık üstünedir, ve amaç, katılımcıların kendi arkadaşlarına davranışlarıyla yabancılara davranışları arasındaki farkı belirlemektir. Ortaklaşacı kültürlerin en önemli özelliklerinden biri burada ciddi bir fark olmasıdır. Daha önceki bir çalışma kişilerin bir iş ilişkisine şu dört tür kişiyle girmesini inceledi: (i) Dürüst bir arkadaş, (ii) Dürüst olmayan bir arkadaş, (iii) Dürüst bir yabancı, ve (iv) Dürüst olmayan bir yabancı. Bu testlerdeki hikayelerde katılımcı, arkadaş ya da yabancının yalanları yüzünden para kaybeder ya da dürüstlüğü sayesinde para kazanır. Her durumda katılımcılar kendi paralarıyla öteki kişiyi ödüllendirebilir, ya da cezalandırabilir. Önceki bir çalışma, Singapurluların arkadaşlarını cezalandırmaktan daha çok ödüllendirdiklerini gösterdi. Amerikalılar, Singapurlulara göre daha fazla olasılıkla kötü davranış yüzünden arkadaşlarını cezalandırıyor. Aynı fark, pirinçle buğday ekenler arasında da görülüyor: Pirinç eken bölgelerdeki insanlar kendi arkadaşlarını kayırmaya daha yatkın, ama yabancılara davranış açısından iki bölge arasında bir fark yok."
"Özetle sonuçlar tutarlı bir biçimde pirinç ekilen bölgelerden gelen katılımcıların daha bütünsel düşünen, birbirine bağlı, ve buğday ekilen bölgelerden gelenlere göre yakınlarına daha sadık/kayırıcı davrandıklarını gösteriyor.
Doğrulayan Kanıtlar
"Bireyci ülkelerde boşanma oranları daha yüksektir, çatışmadan kaçınan ve ilişkileri korumayı yeğleyen pirinç kültürü boşanmaya daha az istekli olacaktır. 1996 yılında buğday ekilen bölgelerdeki boşanma oranı, pirinç ekilenlerdekinden %50 daha yüksektir. Son 15 yıl içinde boşanma oranları her iki bölgede de arttıysa da aradaki fark korunmaktadır.
"Bir başka fark da alınan patentlerdedir. Çözümleyici düşünenler yaratıcılık ölçütlerinde daha iyidir ve sıradan nesneler için çok farklı kullanımlar düşünebilir. Amerika Birleşik Devletlerinde bireyci kültürlerden göç edenlerin daha fazla patenti vardır. Pirinç bölgelerinden gelenlerin buğday bölgelerine göre daha az başarılı patenti vardır.
"Bu çalışma Çin'in buğday ve pirinç bölgelerinin farklı kültürleri olduğunu gösteriyor. Çin'in pirinç bölgeleri Doğu Asya kültürünün çeşitli göstergelerine sahip: Daha bütünsel düşünme, daha birbirine bağlı özbenlik kurgusu, ve daha düşük boşanma oranları. Buğday yetiştiren kuzeyse Batıya daha çok benziyor: Daha çözümleyici düşünme, bireycilik ve boşanma.
Pirinç Ekmiyor ama Kültürü Sürüyor
"Bir başka soru da insanların çoğunluğu pirinç üretmeyi bıraktıktan sonra pirinç kültürünün ne kadar süreceğidir. ABD'de, İskoçya ve İrlanda'dan göç eden çoban halkların yerleştiği yerlerde şiddet oranlarının daha yüksek olduğu ve çoğu yerel halk sürü yetiştirmeyi uzun süre önce bırakmasına rağmen bunun sürdüğü gözlemlenmiştir."
Henrich şöyle özetliyor: "Talhelm ve meslektaşları, farklı çevre ve teknoloji birleşimlerinin farklı sosyal düzenlerin kültürel olarak evrilmesini etkilediğini düşünüyor. Bazı teknolojik ve çevre koşullarında, yalnızca yoğun olarak işbirliği yapan sosyal topluluklar hayatta kalıp gelişebilir ve yayılabilir. Yoğun işbirliği gerektirdiği için pirinç tarımı ataerkil kavimleri yöneten sosyal kuralları geliştirmiş ve desteklemiştir. Güçlü soylarda yetişmek özel bir tür ortaklaşacı psikoloji yaratır. Bunun tersi olarak buğday tarımı bağımsız çekirdek haneler oluşmasına izin verir ve daha bireyci psikolojileri geliştirir. Pirinç bölgelerinden gelenler yabancılarla göre arkadaşlarını ödüllendirmeye daha yatkın, cezalandırmaya daha isteksizdir, ki bu da ortaklaşacı toplumların grup içi kayırma özelliğinin bir göstergesidir.
"Çevrebilim, sosyal öğrenme, kurumlar ve psikolojinin karşılıklı yoğun etkileşimi sonucu kültürel evrim ortaya çıkar. Çevresel etkenler bazı aile yapılarını, ya da sosyal düzenleri ötekilere yeğler. Kuşaklar boyu bilenip incelik kazanarak bu kurumlar çocukların gelişim içinde kendilerini uyarladıkları, psikolojilerine ve beyinlerine biçim veren koşulları oluşturur. Çevresel nedenleri ortadan kalktıktan çok sonra bile bu kültürel psikolojiler ve kurumlar yenilikçiliği, yeni kurumların ortaya çıkışını ve göçmenlerin yeni ülkelerdeki başarısını etkilemeyi sürdürür. Bu bağlamda, buğday tarımı Batılı düşünce ve endüstriyel devrimin kaynaklarını açıklamaya katkı yapabilir."
Talhelm ve meslektaşları da davranışların zaman içindeki korunumdan bahsediyor: "Bu kuram, pirinç ekilen bölgeler için geçerlidir, yalnızca pirinci eken insanlar için değil. Binlerce yıl pirinç ya da buğday ekmiş kültürler bu pirinç ya da buğday kültürünü taşır ve sabanlarını bıraksalar bile bu kültürü sonraki nesillere geçirirler. Basit söylemek gerekirse pirinç kültürünü miras almak için insanın kendisinin pirinç yetiştirmesi gerekmez."
Ya Orta Doğu ve Türkiye?
Batı ile Doğu arasındaki fark ve bunun nedenleri sanırım son birkaç yüzyılın en çok tartışılan konularındandır, özellikle ülkemizde ve ülkemiz gibi ikisinin arasında kalan yerlerde. Bu fark için birkaç boyut sayılır: Batıda yönetimler katılımcı, doğuda merkezcidir. Batılı toplumlar yeniliğe açıktır, doğu ise olanı korumaya isteklidir. Batı bilimi sever, Doğu inancı. Bütün bu ve başka nedenlerden dolayı Batı daha zengindir, Doğu daha fakir.
Jared Diamond, "Tüfek, Mikrop ve Çelik,"[iii] adlı kitabında bunun tarihsel nedeni olarak coğrafyayı gösterir. Günümüzden yaklaşık 12.000 yıl öncesine dek Avrupa'nın kuzeyi buzlarla kaplıydı. Bu yüzden uygarlık, iklimin ılıman olduğu, yenilebilir bitki ve evcilleştirilebilir hayvanlara sahip bugünkü Orta Doğu'da başladı ve ancak sonraki bin yıllarda buzların çekilmesiyle yavaş yavaş kuzeye yayıldı. Tarım ve hayvancılığın gelişmesiyle önce Orta Doğu'da yerleşik düzene geçildi, ilk şehirler burada kuruldu. Tarımın getirdiği bollukla nüfus arttı. M.Ö. 6500'de Çatalhöyük'te 5.000 ile 10.000 arası insan yaşıyordu[iv]. M.Ö. 1000'de Mısır'ın Teb, Irak'ın Babil, ve Çin'in Haojing şehirlerinin nüfusu yaklaşık 100.000 idi. Birkaç yüz yıl öncesine dek Doğu daha kalabalık ve daha zengindi: M.S. 1000'de Londra’nın nüfusu 40.000 kişiyken[v] Bağdat'ın nüfusu 1 milyonu bulmuştu.
Tez, Ortadoğu İçin de Geçerli
Doğu'da nüfus artışı tarımın daha büyük alanlarda yapılabilmesi sayesindedir. Bence Talhelm ve meslektaşlarının Çin'de pirinç ekimi için yazdıkları, her ne kadar pirinç değil buğday, arpa vb ekilse de Orta Doğu için de geçerlidir. Önemli olan ekilen ürünün ne olduğu değil tarımın yapılabilmesi için kurulan sosyal düzen olmalıdır. Nil deltası ve Mezopotamya'da da, güney Çin'de olduğu gibi, büyük nehirleri ıslah edip denetim altında tutmak, sulama için kanallar açmak, bunların yıl boyunca bakımı, belli zamanlarda büyük arazilerin ekimi ve hasat, çok sayıda insanın aynı anda belli bir iş bölümüne göre çalışmasını gerektiriyordu. İlk şehirlerin, yazının, hesabın, devletlerin, dinlerin Orta Doğu'dan çıkması buralarda gereken sosyal düzeni sağlayabilmek içindir.
Doğu’da şehirler gibi ordular da daha büyüktü, çünkü büyük toplumlar korunmak için büyük ordular gerektirir. Örneğin, 1066'da Normanların İngiltere'ye girdiği Hastings Savaşı'nda ordular 10.000 kişinin altındayken 1071'de Türklerin Anadolu'ya girdiği Malazgirt Savaşı'nda her iki tarafta asker sayısı 50.000'in üstündeydi. 1415'te İngilizlerin Fransızları yendiği Agincourt savaşında her iki orduda yaklaşık 10.000 asker varken 1402'de Timur'un Yıldırım Bayezit'i yendiği Ankara Savaşı'nda her iki orduda 100.000 asker vardı.
Kuzey Avrupa halkı ise Roma İmparatorluğu'nun sınırlarında yaşıyordu ve bu yüzden uzun zaman şehirleşmemiş, küçük ve hareketli topluluklar olarak kalmıştır. Yerleşik hayata geçtikleri zaman bile Orta Doğu ve Doğu standartlarına göre yüzölçümü ve nüfus olarak çok küçük kontluklar, dükalıklar oluşturmuşlardır.
Ulusların Düşüşü
Daron Acemoğlu ve James Robinson, "Ulusların Düşüşü"[vi] adlı kitaplarında 14. yüzyılda nüfusun yaklaşık yarısını öldüren Kara Veba'nın Kuzey Avrupa ülkelerinde nüfusu daha da seyrekleştirdiğini, böylece az sayıda kalan insanların emeğinin daha değerli hale geldiğini ve kazandıkları bu güçle yöneten sınıfa kendi isteklerini kabul ettirip yönetimleri daha katılımcı olmaya zorladığını yazar. Veba, Doğu’yu da vurmuş olmasına rağmen Doğu’da nüfuslar daha fazla olduğu ve merkezi yönetim daha uzun süredir var ve kemikleşmiş olduğu için böyle bir özgürleştirici etki görülmemiştir.
Kuzey Avrupa'da yerel güçler aristokratik bir sınıf oluşturmuş ve bu ülkeler merkezi bir yönetim altında birleştikten sonra bile krala (ve Protestan bir halk olarak Güney Avrupa'ya) karşı güçlerini korumuş ve zaman içinde demokrasiye giden yolu açmışlardır. Örneğin İngiltere'de parlamento, 1688'de Şanlı Devrim sonrasında kralın Katolik olmasını ve parlamentonun onayı olmadan kanun yapmasını, vergi almasını ve ordu kurmasını yasaklamıştır. Doğuda ise kral/sultan/imparator başka her gücün üstündedir, ve gücü ilahidir: Osmanlı Sultanı Müslümanların halifesiydi, 2. Dünya Savaşı sonunda MacArthur aksini emredene dek Japon İmparatoru tanrısaldı.
Özetle, Doğu’da insanın hem karnını doyurmak, hem de dış düşmanlara karşı hayatta kalabilmek için büyük topluluklara ait olması gerekmiştir. Bu büyük toplulukların sürekliliği de ona ait olanların sorgusuz sualsiz, gerektiğinde işçi ya da memur, gerektiğinde asker olarak itaatine dayanır. İşte bu yüzden çok eski çağlardan beri Doğu'da toplumu bireyin önünde gören inanç ve yönetim biçimlerinin oluştuğu söylenir. Çok büyük toplulukların içinde bireylerin önemi yoktur, biri yerine öteki konabilir, önemli olan sayıların çokluğunu korumaktır.
Talhelm ve meslektaşlarının Çin'deki pirinç kültürüne ait olarak yazdığı özelliklerin bizim coğrafya için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Olayları parçalara ayırıp bunlar için neden-sonuç kuralları belirlemeye çalışan çözümleyici bir zihin yapımız yok. Başımıza gelenler üstünde bireyler olarak bir etkimiz olamadığı için kaderciyiz, ve gücü kendi dışımızda "alın yazısına", ya da ilahi bir kaynağa kolayca atfedebiliyoruz. Trafik kazalarının, tren kazalarının, ya da maden kazalarının önüne geçilebilmesi için bunların birilerinin ihmali, bilgisizliği, ya da beceriksizliği yüzünden olduğunun herkes tarafından kabul edilmesi gerekir, "Hayır da şer de Allah'tandır," diye inanılan yerlerde bu kazaların sorumluluğu için birilerinin aranması ya da cezalandırılması anlamsızdır.
Binlerce yıldır hayatın hep aynı biçimde süregeldiği yerlerde, yönetimin dört yılda bir ve ona benzer kişilerin verdiği oylarla değişebileceği düşüncesi insanlara rahatsız edici gelir; böyle yerlerde yönetimin arkasında ilahi ve hep korunacağına inanılan bir düzen aranması ve yönetici olarak o düzenin temsilcisi olduğu düşünülenlerin desteklenmesi normaldir.
Kültürümüz Ortaklaşacı
Ortaklaşacı bir kültürümüz var; bunun bizde de "imece" gibi iyi sonuçları olsa da, aynı zamanda herkesi bir düzeyde tutmaya çalışan ve farklılıkları, öne çıkanları törpüleyen bir etkisi de var. Örneğin, "nazar" inancı, çevresinden biraz daha güzel ya da başarılı olanı kontrol altında tutmak, ona varlığının her zaman içinde bulunduğu toplumun onayına tabi olduğunu sürekli hatırlatmak içindir. Batıda birine nasıl olduğu sorulduğunda iyi olduğunu söyler, çünkü mutsuzluğu onun kişisel başarısızlığının göstergesi olarak alınır; bizde ise nasıl olduğu sorulduğunda herkes şikayet eder, çünkü başarı ve mutluluk gizlenmesi gereken şeylerdir.
Kişinin değerinin kendi kişisel özelliklerine değil ait olduğu toplum içinde nasıl görüldüğüne bağlı olduğu yerlerde "onur," "namus," gibi kavramlar çok öne çıkar. İnsanlar bireyler olarak aynı düzeyde değildir, sosyal normlar onları yukarıdan aşağıya doğru, yaşa, soya, cinsiyete, zenginliğe, vb göre sıralar ve herkese kendi yeri sıkça hatırlatılır. Bireylerin ayrı ayrı hakkının olmadığı yerde adalet kavramı bu sosyal bağlar üzerinden tanımlıdır ve her soy, kavim, kabile kendisinin olanı korur, gerekirse bunun için savaşır (kan davası), ya da kendisi cezalandırır (töre cinayeti).
Talhelm ve meslektaşlarının araştırması, pirinç bölgelerinden gelenlerin yabancılara göre iyi davrandıklarında arkadaşlarını ödüllendirmeye daha yatkın, kötü davrandıklarında cezalandırmaya daha isteksiz olduğunu gösteriyor. Bu da başka ortaklaşacı toplumlar için olduğu gibi ülkemiz için de geçerlidir, ve insanların kendisine yabancı hissettiği partiler yerine kendisine yakın hissettiği partilere, ortaya çıkan bütün yolsuzluklarına rağmen neden oy vermeyi sürdürdüğünü açıklayabilir.
Bireylerin kendi başına gücünün fazla olmadığı yerlerde kişiler kendi kimliklerini tanımlamak ve destek için sosyal bağlar arar. Herhangi bir iş için hemen bir "tanıdık" ya da "hemşeri" araştırılır. İç göçlerle soy, kavim gibi bağlar bozulsa bile yerlerine başkaları konur. Örneğin futbol takımı taraftarlığı ülkemizde en önemli sosyal bağlardan biri haline gelmiştir; "Fenerbahçeli" ya da "Beşiktaşlı" olmak bir tür kavim gibidir; kişiye bir kimlik verir, onu güçlü bir kitlenin koruması altına alır, hem de gücünü başkalarınınkiyle birleştirebilmesini ve kullanabilmesini sağlar.
Bahsettiğim makalelerde binlerce yılda yerleşmiş kültürlerin onları çıkaran çevresel koşullar ortadan kalktıktan sonra da sürdüğünden bahsediliyor. Aynı durum ülkemiz için de geçerli. Bu yazıda bahsettiğim çalışma benzeri çalışmaların çoğalması geçmişten günümüze miras kalmış davranışların belirlenmesini sağlayacak, ve ülkemizde seçim sonuçlarından aile içi şiddete, futbol teröründen göçmen işçilerin yurtdışındaki davranışlarına dek birçok konuyu daha anlaşılabilir yapacaktır.



[iii] J. Diamond “Tüfek, Mikrop ve Çelik.” (“Guns, Germs and Steel”) Tübitak Yayınları.



[vi] D. Acemoğlu, J. A. Robinson “Ulusların Düşüşü.” (“Why Nations Fail”) Doğan Kitap.

24 Nisan 2014 Perşembe

Aydınlanma ve Onur

"Aydınlanma, var oluş olgusunu akılla kavrama çabası demektir.
Milyonlarca, belki milyarlarca yıllık insanlık tarihinde aydınlanma tarihinin süresi (eski Yunan aydınlanmasını başlangıç olarak alırsak) sadece birkaç bin yıldır…
Buna karşılık, gerçek anlamıyla insan oluşumuz, aydınlanma süreciyle başlamıştır…

Aydınlanmayı reddeden, var oluşu akıl dışı, akıl ötesi, akıl üstü güçlerle açıklamaya çalışan anlayışlar, insanlaşma sürecinin gerisinde kalmıştır…
Böyle düşünmemekle birlikte aydınlanmadan umudu kesmiş olmak da bu süreci gerektiğince anlamamak, onun dışına düşmekle eşanlamlıdır…
Oysa insan var olduğu sürece umut hep olacaktır…
Bir tersinlemeyle, (çok bilinen bir özdeyişi tersine çevirerek) söyleyecek olursak:
İnsandan, akıldan, aydınlanmadan umut kesilmez…
 
Sadece bulunduğumuz coğrafyada değil dünyanın bütününde 20. yüzyılın en büyük aydınlanma devrimlerinden birini, belki en büyüğünü gerçekleştirmiş bir ulusuz…
Bizler, bu büyük devrimin mirasçıları, günümüzdeki temsilcileriyiz…
Karşımızdaki güçler ise, uzak ve yakın tarihimizin gelmiş geçmiş en gerici unsurlarının günümüzdeki mirasçıları, son kalıntılarıdır…
Tarihsel olarak bu savaşımın zaten en başından yenik olan, çağını çoktan tamamlamış bu gerici unsurların karşısında, üstelik yakın tarihin en büyük aydınlanma devrimlerinden birinin gerçekleştirilmiş olduğu bir ülkede umutsuz olmak ise her şeyden önce ayıptır…
 
Tam bu noktada, E. Bloch’un ünlü “militan iyimserlik” kavramından bir kez daha söz etmek gerekiyor…
Sorun umutlu ya da umutsuz, iyimser ya da kötümser olmak değil, eylemli olmak ya da olmamaktır…
Eylemsiz birinin umutlu ya da umutsuz olmasının toplumsal bakımdan önemi de anlamı da yoktur…
Önemli olan eylemliliktir…
Eylem içindeki insan ise, ne karamsar ne umutsuz olabilir?
“Umut İlkesi”nin yazarı, çağdaşımız büyük Alman düşünürünün “militan iyimserlik” dediği de budur…

Buraya kadar söylediklerim, sözünü ettiğim ödül töreninde ödül plaketlerini aldıktan sonra söylediklerimin bir özetiydi…
Aydınlanma ve onur ilişkisine gelince…
İnsanın, insan olma onuruna kavuşması, birbirini izleyen aydınlanma süreçleriyledir…
Gezegenimizde milyonlarca belki milyarlarca yıl önce oluşan insan türünün ayaklarını gerçek anlamıyla yere basması, gerçek anlamıyla göklere yükselerek evrenin keşfine çıkması, aydınlanmayla, yani akılladır…
Bu nedenle de “Aydınlanma ve Onur” kavramları birbirine çok yakışıyor…
Aydınlanma değerlerinden yoksun biri, insan olma onurunun bilincinde değil demektir…
Aydınlanma düşmanlığı ise tarihin bütün dönemlerinde, insanlık onurunun düşmanı olmuştur…"
 
Ataol Behramoğlu
19-04-2014
Cumhuriyet

6 Nisan 2014 Pazar

Talan Sosyal Adaleti

Ürettiğinden çok üreyen toplumlar, temeli üretime dayalı, istihdam yaratan, aş ve işi hakça bölüşen sürdürülebilir bir kalkınmayı yaşama geçiren bir ekonomi yaratamazlar. İnsanlar yaşamak için aşa muhtaç olduklarından, ürettiğinden çok üreyen toplumların eksiği bir yerden karşılaması, gediği kapatması gerekir. 


Eksiğin karşılanıp gediğin kapatılması için avanta ve talan sistemine başvurulur. Avanta ve talan sistemi, bir yandan ortaya çıkan toplumsal rantın belirli kimselere akıtılması, öte yandan toplumsal ve doğal kaynakların, talan edilmesi esasına dayanır.Buna bir de geçici süre için de olsa, görece rahatlama yaratan, borçlanma yöntemi eklenmelidir. 


Avanta ve talan sisteminin özünde yolsuzluk, yoksuzluk ve haksızlık yatar. Çünkü sistem üretimle değer yaratmadan, tüketimi sağlamak için kaynakların yağmalanması özüne dayalıdır ya da oluşan rantın belirli ayrıcalıklılara yönlendirilmesi esasına. Ancak bir paylaşım faaliyeti olan siyaset, dağıtımı yönetilenlerin rızasını da işin içine katacak bir mekanizmayı oluşturarak gerçekleştirmek zorundadır. 


Bu zorunluluk, monarşilerde bile vardır. Şu farkla ki, burada arslan payını gerçekte monark ile iktidar ortağı olan asiller alırlar.


***
Geniş halk kitlelerinin de paylaşımdan aldıkları payların artması demek olan demokrasinin gelişmesi için ise üretimin kitleselleşmesi ve artması gerekmektedir. Bu yüzdendir ki, demokrasi ancak, temeli, sömürü olsa dahi, üretime dayanan ekonomik sistemlerde mümkündür. 


Demokrasinin gelişmesi geniş toplulukların refahtan pay taleplerinin artmasına sosyal adalet kavramının gelişmesine yol açmıştır. Kimi durumlarda sosyal adalet kavramı, kapitalizmin kurtarıcısı da olmuştur. 


Bu açıklamalardan da kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, görece özgürlükçü bir demokrasinin var olabilmesi için toplumda, temeli üretime dayalı, emeğin de kendi çıkarının pazarlığını bir ölçüde yapabileceği bir düzenin olması önkoşuldur. Bu koşul yerine gelmediği zaman, yine de yavaş yavaş gelişecek bir demokrasinin olabileceğini düşünmek abestir. 


Kısacası avanta ve talana dayalı sistemlerde demokrasi olmaz, olsa olsa “pseudo - democratie” denen, özgürlüğü sandığa gitmekle sınırlı “yapay demokrasi” modelleri oluşur. Ama temel hak ve özgürlüklerden yoksun da olsa, haber alma özgürlüğü de kısıtlansa, sandığın var olması, sandığa gidenlerin de paylaşımdan az da olsa pay almalarını zorunlu kılar.


***
Avanta ve talan düzenlerinde, temeli üretime dayanan düzenlerin sosyal adalet kurumunu hiç değilse görünüşte andıran yeni bir kavram telaffuz edilmeden geliştirilir. Bu da talan sosyal adaletidir. 

“Talan sosyal adaleti”nde, amaç, geniş kitlelere “sen de talan ve yağmadan payalabilirsin, düzen sana da getiri sağlar” zihniyetini yerleştirmektir. 


Burada geniş kitlelerin talandan veya avantadan alacakları payların, devede kulak olması önemli değildir. Önemli olan talandan pay alma ihtimalinin varlığıdır. Ve unutmayalım, talan sosyal adaleti bir olgu olmaktan çok algı, hatta bölüşümde adalet olmadığından, bir yanılsamadır. 


Burada pay alma olasılığının yüksekliği değil, var olması önemlidir. Örneğin, ömür boyu sigara içmiş bir kişi, piyango bileti alırken, kendisine büyük ikramiye vurması olasılığının kansere yakalanması olasılığından bin, on bin kat daha düşük olduğunu aklına getirmez. O sırada düşündüğü tek şey, kendisine de çıkma ihtimalinin var olmasıdır. 


Talan sosyal adaleti, “sandıklı baskı rejimleri”nin bekasını sağlayan kendine özgü bir kurumdur. Talan sosyal adaleti sistemi iyi kötü işledikçe, kitleler talandan ve avantadan pay almaya devam ettikçe, rejim de onun iktidarı da güvencededir. Bütün bu anlatmaya çalıştıklarımızda, 30 Mart seçim sonuçlarının da anahtarı yatıyor. 

Ali Sirmen
4-4-14
Cumhuriyet

21 Mart 2014 Cuma

Seçmen Sınıflandırması

Seçim rallisi 17 Aralık sürecinin gölgesinde başladı. Aslında yaşananlar sürpriz de değil. Uzun, sıcak bir kış geçecek demiştik.[1] “O denli çok iç ve dış dinamik, siyasal-toplumsal ve küresel fay hatları hareket halinde ki önümüzdeki bir, iki yıl ülkenin belki de 30-40 yıllık geleceğini etkileyecek… Kutuplaşma öylesine iki tarafın aktörlerini ve medyayı da rehin almış durumdaki, gündelik hayatın içindeki hiçbir olay doğal dinamikleriyle değerlendirilmeyecek de yönetilmeyecek de… Şimdi içte de dışta da herkesin senaryoları seçimler üzerine artık. Nihai hesaplaşma yeni anayasa düzleminden seçimler zeminine kayıyor. Bu nihai hesaplaşma ve kutuplaşma psikolojisi her aktörün tüm söylem ve tutumlarını belirliyor.”
Son aylarda yaşananlar devlet ve yönetim sisteminin artık sürdürülemez olduğunun kanıtı. Dikkat ederseniz siyasi krizlerin hem sıklığı, hem boyutu her seferinde sıklaşıyor ve derinleşiyor.
Sorun şuradaki krizlerin nedenlerini ve sonuçlarını, daha da önemlisi ne yapılması gerektiğini konuşmuyoruz. Hepimiz o krizden önceki pozisyonumuzdayız. Yaşananların gerek devlet ve yönetim sisteminde, gerek siyasi kültürümüzde gerekse de toplumsal psikolojide nasıl bir yıkım ve yarılma ürettiğinin farkında bile değiliz.
Bir kesim hangi görüntü, belge, iddia çıkarsa çıksın inanmamaya, diğer bir kesim iddianın ilk harfini duyduğunda inanmaya kararlı. Bir kesimde çaresizlik, bir kesimde ikircikli umutlar, bir kesimde lümpenlik ve saldırganlık. Savruluyoruz.
En önemlisi “biz” duygumuz parçalandı, eksildi. Hepimiz “biz” derken toplumun bir kesimini dışarıda bırakıyoruz. Bu da ortak yaşama irademizi eksiltiyor.
Kısaca seçim rallisi başlarken toplumsal psikolojiye dair iki şey söyleyebiliriz. Birincisi kutuplaşma ki çoktandır yalnızca siyasal olmaktan çıktı. Artık kimlikler ve hayat tarzları arası kutuplaşmaya dönüştü. İkincisi de toplumun “biz” duygusu parçalandı. Analizler, yorumlar, söylemler bu iki etkinin akli ve duygusal esareti içinden üretiliyor. Yolsuzluk da siyasi alana müdahaleler de bu akli ve duygusal esaretten değerlendiriliyor.  
Çıkış var mı? Elbette var. Toplumun içgüdüsel “hayatı sürdürme duygusu” bir kez daha devreye girecek.
Ama asıl siyasi aktörler, sivil toplum, entelektüeller, akademisyenler bu yıkımı “yaratıcı yıkıma” çevirebilir. Bunun olabilmesi için var olan kutuplaşma duygusundan, korkulardan, ezberlerden kurtularak yeniden düşünmek, düşünebilmek gerekiyor.
Devleti ve yönetimi yeniden yapılandırırken (siz ister onarım, ister reform deyin) hangi siyaset eliyle, hangi ölçülere-ilkelere-referanslara göre ve nereye kadar yapacağımızdır mesele. Ve elbette toplumun ihtiyaç ve taleplerine göre. Öte yandan değişmek yerine “Avrupa’nın taşrası” olarak kalmaya razı olmak seçeneğimiz de her zaman var.
Bu noktadan bakınca, yeniden düşünmenin başlangıç noktası bir kez daha bu toplumu, naturasını, ihtiyaç ve taleplerini anlamaya çalışmak olmalıdır. Bunu yapmak yerine şimdiden topluma kızmak, “yolsuzluklara rağmen oylarını değiştirmiyorlar” demek, “yolsuzluk umurlarında değil hoş görüyorlar” sanmak ya da “her şeyi başkalarının manipülasyonları” olarak değerlendirmek gibi kolay yollar da var ama bu kolaycılığın yaratıcı yıkımı değil yıkımı beslediğini de anlamamız gerek.    
Yine de bu mini dizide seçmen dediğimiz toplumun 18 yaş üstü bireyleri kimdir, kaç kişidir, nasıl düşünür, oy tercihi nasıl oluşur analiz etmeye çalışalım.
Önümüzdeki seçimlerde 76.667.864 olan toplam nüfus içinden 52.695.850 seçmen oy verecek. Toplam nüfusun yüzde 68,7’si seçmen yaşında.
1969 Genel seçimlerine kadar 22 yaşını bitirenler seçme hakkına sahipti. Bu seçimlerden itibaren “21 yaşı bitirmiş olmak” olarak değiştirildi. Seçmen yaşı 1991’de “20 yaşa girmiş olmak” olarak, 1999’da “18 yaşını bitirmiş olmak” şeklinde değiştirildi. 
52 Milyonu aşkın bu seçmenlerin bölgeler bazında sayılarını, nüfusa yüzdelerini, toplam seçmenin ve nüfusun bölgelere dağılım yüzdelerini aşağıdaki tabloda görüyorsunuz.
Bölge
Seçmen Sayısı
Seçmen / Nüfus (%)
ADNKS Nüfus
 
Seçmen Sayısı %
ADNKS Nüfus %
İstanbul
9.997.024
70,6
14.160.467
 
19,0
18,5
Batı Marmara
2.464.701
75,2
3.278.705
 
4,7
4,3
Ege
7.283.556
73,6
9.897.313
 
13,8
12,9
Doğu Marmara
5.180.876
72,0
7.198.284
 
9,8
9,4
Batı Anadolu
5.174.359
70,3
7.362.247
 
9,8
9,6
Akdeniz
6.633.013
67,9
9.766.093
 
12,6
12,7
Orta Anadolu
2.654.182
68,5
3.873.470
 
5,0
5,1
Batı Karadeniz
3.284.575
73,0
4.499.102
 
6,2
5,9
Doğu Karadeniz
1.878.958
73,6
2.553.647
 
3,6
3,3
Kuzeydoğu Anadolu
1.341.508
60,8
2.207.602
 
2,5
2,9
Ortadoğu Anadolu
2.273.474
60,2
3.774.582
 
4,3
4,9
Güneydoğu Anadolu
4.529.624
55,9
8.096.352
 
8,6
10,6
TÜRKİYE
52.695.850
68,7
76.667.864
 
100,0
100,0
 

Tabloyu incelediğinizde bazı temel karakteristikler ortaya çıkıyor:
(1) Önce seçmen ve nüfus büyüklüğüne dikkatinizi çekmek isterim. 2011 seçimleri üzerinden konuşursak 21 Milyon Ak Parti seçmeni ya da 11 milyon CHP seçmeni konuşuyoruz. Bu büyüklükteki kitlelerin kandırıldığını, hepsinin birden yanlış yaptığını düşünmek kısaca bu toplumu küçümsemek üzerinden bir söylem ne kadar doğru olur emin değilim. Ya da bu denli büyük kitlelerin siyasi tercihini bir kelimeyle, bir şablonla açıklamanın kolay olduğunu da sanmıyorum.
(2) Önceki yılların sayıları ve oranları ile kıyaslandığında nüfusun ve seçmenin giderek batı bölgelerine yığıldığı yani göçün sürdüğü görülüyor.
(2) Batı bölgeleri olan ilk beş bölgede nüfus içindeki seçmen oranının diğer bölgelere kıyasla yüksek oluşu bu bölgelerdeki yerleşikliğin artmakta olduğunu ve ortalama yaşın ve yaşam süresinin yükselmekte olduğunu gösteriyor. İlk beş bölge ve yine göç alan Akdeniz bölgesi de dahil ilk altı bölge toplam nüfusun ve seçmenin üçte ikisini barındırıyor.
(3) Kürt nüfusun yüksek ve Kürt meselesinin diri olduğu üç doğu bölgesinde nüfusun yüzde 40-45’i henüz 18 yaşın altında.
Seçmen kimdir? Genellikle okur, izleyici, müşteri, tüketici gibi birey üzerinden açıklamalar üretiyoruz. Bireylerin davranışlarını ve tercihlerini açıklamaya yönelik birçok model var kullanılan. Örneğin en yaygın kullanılanlardan birisi sosyoekonomik statü (SES) dediğimiz, özellikle televizyonların rating tartışmalarında sıkça kulağımıza çalınmış olan A-B-C gibi kümelemeler. Esas itibariyle bu model eğitim ve gelir gibi somut, ölçülebilir demografik özelliklerden yola çıkılarak bireyi kümelemeye ve davranışları açıklamaya çalışıyor. Modelden de anlaşılabileceği gibi eğitim ve gelir seviyesi yükselen ve kentli hayat pratiklerinin içine gelen bireylerin tüketim, izleme, okuma, alış veriş tercihlerinde bu yükselişe bağlı olarak değişiklik olacağı varsayımına dayanıyor.
Bir başka model, bireyleri, değerleri yani iyi-doğru-güzel tanımları ve referansları üzerinden kümeliyor. Muhafazakar-yenilikçi, tutucu-özgürlükçü, otoriter-demokrat gibi değer eksenleri üzerinden bakılarak, bireylerin gündelik hayat pratiklerinde değerlerine, doğru bildiklerine uygun tercihlerde bulunacakları ve davranacakları varsayılıyor.
Bu ve benzeri “birey” temelli modeller ve açıklamaların geçerli olduğu durumlar olsa da bence artık bu modeller bugünün bireyinin tercihlerini açıklamaya yetmiyor. Bu modeller sanayi toplumunun sosyolojisine uygun açıklamalar. Bugünün hızlı-karmaşık-belirsizlik esaslı-çok boyutlu-çok aktörlü gündelik hayatının içindeki bireyi açıklamak için bu modeller yetersiz kalıyor. Örneğin eğitim seviyesi ülkedeki kadın meselesine bakışta ve gündelik pratiklerde çok da fark üretmiyor. Bir başka örnek değerler ile gündelik pratikler arasındaki fark giderek açılıyor. Yaptıklarımızla doğru bildiklerimiz arasındaki açıklık büyüyor.
Bugünün bireyi yalnızca eğitimi, geliri veya doğru bildikleri üzerinden tercih ve davranış geliştirmiyor. Bugünün bireyi bir bakıma “zihin-gönül-beden-çevre” bileşkesinde bir davranış geliştiriyor. Yani öğrendikleri ve bildikleri ya da geliri kadar duyguları-korkuları-algıları-beklentileri-inançları-kökenleri-aidiyetleri-sosyal çevresi gibi daha karmaşık etkiler altındaki bir süreç sonucunda tercihler oluşuyor. Gündelik pratiklerde her gün verdiğimiz binlerce kararın yalnızca yüzde onu bilinçli muhakemelerle gelişirken, yüzde doksanı bu karmaşıklığı barındıran bilinçaltı süreçlerle oluşuyor.
Kısaca söylersek yalnızca bir partiye oyu ile “seçmen” olarak adlandırdığımız bireyler “insan”. Bu nedenle seçim, siyasi tercih denilen şey insana dair bir hikaye. Ve o hikaye, bu nedenle yalnızca bir kasetle, bir sloganla, kapıya gelen bir çuval kömürle açıklanamıyor.
Karmaşık bir süreç sonunda oluşan siyasi tercihleri ve seçim günündeki parti seçimini anlamak ve açıklamak için yeni modellere ihtiyacımız var.

Seçmen davranış taktiği 3-5-2


Futbolda sayılarla ifade edilen taktik varyasyonları hepimiz biliriz. Ben de kendisi de araştırmacı olan sevgili Vural Çakır’ın benzetmesini kullanarak açıklayacağım. Her ne kadar Vural Çakır ile taktik seçiminde çok temel farklılıklarımız olsa da bu benzetme anlatım kolaylığı açısından yararlı. Ve açıklamaya yine futbol terminolojisinden devam edeyim. Savunma: Hanenin dirliği-düzenliği ve güvenliğinden oluşuyor. Orta saha değerler, gündelik hayat pratikleri yani hayat tarzı ve aidiyetlerden oluşuyor. İleri ikili ise algı ve beklentiler. Bu taktik diliyle ne demek istediğimi açıklamaya çalışayım.
Bireylerin temel tercih ve davranışlarının temelindeki en önemli unsur kendisinin ve hanesinin geçimi. Geçim dediğimizde ilk unsur gelir-gider dengesi. Bu ülkedeki hanelerin yalnızca dörtte birinde gelir, giderinden fazla veriyor yani dörtte bir hane tasarruf edebiliyor. Bu tasarruf edebilen hane oranı tasarruf tutarı değil. Dörtte iki hanede gelir giderine denk ve bu hanelerde hayat yok veya var olarak çalışıyor. Eğer hanenin işi varsa maaş, emekli maaşı veya kira geliri gibi 30 gün sonra gelecek olan gelir var ve tutarı belli ise hayat var. Gelir yoksa hayat da yok. Giderler gelire göre ayarlanıyor. Bu hanelerin işi ve geliri güvence de ise ülke ekonomisi yüzde 10 büyümüş veya küçülmüş doğrudan etkilenmiyor. Temel etkilenilen şey kurların ya da cari açığın artışı değil işsizliğin artışı. Geri kalan dörtte bir hane de ise gelir giderin altında. Bu hanelerin yarısı aile dayanışma ve yardımlaşmalarıyla hayatını sürdürüyor. Diğer yarısı da devletin ve yerel yönetimlerin sosyal yardımlarıyla. Dolayısıyla bu ülkedeki 19 milyon dolayındaki hanelerin dörtte üçü için hayat meşakkatli ve zorlu geçiyor. Doğal olarak da bu geçim seviyesi ve zorluklar hayatındaki gerek gündelik pratikleri gerekse de siyasi seçimleri doğrudan etkiliyor. Kısaca geçim durumuna futbol jargonuyla kaleci diyebiliriz.
Savunma hattındaki ikinci ve üçüncü belirleyici unsur ailenin çocukları için eğitim ve tüm hane fertleri için sağlık hizmetlerine ulaşabilme ve edinebilme durumları. Çocukların eğitim ihtiyacı ve sağlık hizmetlerine olan ihtiyacı hanenin gelecek umudunu “var” eden en önemli unsurlar. Hala, hanelerin üçte ikisi için gelecekte daha iyi hayata ulaşma arzusunun taşıyıcısı çocuklar. 
Savunma hattındaki dördüncü unsur güvenlik ihtiyacı. Bireyler güvenlik ihtiyacını kendi hayatında elbette can güvenliği ve asayiş, kendisini güvende hissetme olarak görüyor. Ama asıl ülke hayatı üzerinden yine kendi bireysel hayatını doğrudan etkileyeceği düşünülen ekonomik, siyasi ya da savaş gibi olası krizlere karşı kendisini savunmasız hissediyor. Kahramanlıklardan, milli takımın maç kazanmasından, Başbakan’ın “one minute” çıkışından gururlanıyor ama “çıkarın ceketleri, dövüşeceğiz” denmesi olasılığından da ölesiye korkuyor. Ya da “ekonomik kriz yayılır ve işsiz kalırsam” korkusundan titriyor. Gençlere bile “mutlu olarak çalışacağı iş nedir” sorusu sorulunca yarısı “iş güvencesi” diyor.
Savunma hattındaki geçim-eğitim ihtiyacı-sağlık hizmetleri ihtiyacı-güvenlik ihtiyacı olarak saydığım bu dört unsur bireylerin tercih ve davranışlarının en temel belirleyicisi. Bir başka deyişle hayatın bazı. Bireyler ve haneler bu dört unsurda kendisini rahatta ve güvende hissetmediği sürece başka şeylerin önemi yok denecek kadar azalıyor. Ya da yine futbol jargonuyla söyleyelim, savunmadan top çıkaramadıkça orta sahada oyun kuramıyor. Hayatın baskısına mahkum, sürekli savunmadaki oyun devam ediyor.

Orta sahada hayat tarzları ve değerler


Orta sahadaki beşli, hayat tarzı- değerler-eğitim seviyesi-kültürel aidiyetler-siyasi ideolojiden oluşuyor.
Hayat tarzı gündelik hayat pratiklerindeki yapıp, ettiklerimiz. Yeme içme alışkanlık ve tercihlerimizden, kılık-kıyafete, tatil anlayışımızdan alış veriş alışkanlık ve tercihlerimize. Elbette gündelik hayat pratiklerinin gelirimizle de doğrudan bağlantısı olsa da gelirden bağımsız olarak gelişiyor çoğu zaman. Gelir kadar alışkanlıklarımızın, aileden öğrendiklerimizin, zevk ve keyif tanımlarımızın, yaşadığımız yerin kır-kent-metropol oluşunun da etkileri var.
Değerler iyi-doğru-güzel olarak tanımladıklarımız ve bu kabullerin referansları. Bazılarımızın dini inancı, bazılarımızın gelenekler, bazılarımızın hukuk, bazılarımızın evrensel standartlar gibi farklılıklar olduğu gibi aynı kişinin farklı konulardaki değerlerinin referansları farklı. Fakat günümüzün hızlı ve karmaşık gündelik hayatında değerler ile gündelik pratikler arasındaki açıklığın da büyümekte olduğunu söylemeliyiz. Yani doğru bildiklerimizle yaptıklarımız arasındaki farklılaşma giderek büyüyor. İkincisi hayat pratiklerimiz gelire, eğitime, yaşanılan yere bağlı olarak görece daha hızlı değişiyor. Buna karşılık değerlerimizin değişmesi çok daha uzun sürüyor. En iyi örnek kadın meselesi. Göçle kentlere ve metropollere geldikçe kadının gündelik hayattaki rolü değişiyor, örneğin çalışmaya başlıyor ama kadına bakış aynı hızla değişmiyor. Hatta son yıllarda hızlı değişimlere karşı değerlere tutunmak, değerlerin değişimine direnmek gibi başka bir tavır da gelişiyor.
Orta sahadaki üçüncü unsur kültürel aidiyetlerimiz. Etnik kökenimiz, din ve mezhebimiz, dindarlık seviyemiz gibi aidiyetler temel belirleyicilerden. Ve bunlar kadar önemli olan aidiyet “aile”. Ülkede sanayi toplumu sosyolojisiyle bireyselleşmiş denilebilecekler, yani hayatı kendi istek ve arzularına göre kuranlar beşte bir oranında. Toplumun beşte dördü için en temel aidiyet aile.
Dördüncü unsur eğitim ve bilgi/bilinç seviyesi. Beşinci unsur ise siyasi ideolojimiz. 
Seçmen davranışını ve tercihini sonuca götüren, futbol jargonuyla golü atan hücum hattındaki iki unsur ise algı ve beklentiler.
Algılarımız kısmen dışımızdaki kişilerce yönetilebilir, biçimlenebilir bir alan. Reklam ve halkla ilişkiler faaliyeti neredeyse algı yönetimi üzerine kurulu. Yine de kritik bir durum var. Algılarımızı yalnızca duyduklarımız, gördüklerimiz belirlemiyor. Her şeyden önce duyduğumuzu kimin söylediği ve nasıl söylediği önemli. Yoksa her duyduğumuza, gördüğümüze hemen inanmıyoruz. Söyleyen kişiye veya partiye dair önceki deneyim ve kanaatlerimiz, önyargılarımız veya ezberlerimiz, duygularımız devreye giriyor. Duyduğumuza, gördüğümüze inanmamız ölçülebilseydi ve 100 birim deseydik, inanmayı üreten faktörler şöyle olurdu: 55 birim kimin söylediği, 37 birim nasıl söylediği ve 8 birim söylenen sözün kendisi. Bu nedenle, eğer bir kişi veya parti hakkında baştan zaten 55 birimlik kısımda sorun varsa, doğru söz söylemiş olmak kar etmiyor. Veya bu 55 birimlik ilişki oldukça kuvvetli ise hatalar da hemen küslük üretmiyor.
Beklentilerimiz ise asıl hareket edişimizi belirliyor. Hayata karamsar veya iyimser bakıyor olmak gibi kendimize dair olan özellik kadar, çevremizdeki ve ülkedeki hayata dair beklentilerimiz belirliyor her şeyi. Geleceğe umutla ya da kaygıyla bakmak hayata dair tüm tercihlerimizde olduğu gibi siyasi tercihlerimizde de önemli bir unsur. Korkularımız beklentilerimizi de belirleyen önemli bir başka unsur.
Siyaset üzerinden söylersek toplumun yüzde 60’a yakın bir bölümü ülkedeki son on yılda hayatının iyiye gittiğini ve gelecek beş yılda da daha iyi olacağını düşünüyor. Yüzde kırklık diğer kümenin ise ülkenin son on yılına ve gelecek beş yılına dair algı ve beklentileri oldukça karamsar. Bu büyüklükteki karamsar ve iyimser iki kümenin de oylarının yarıdan fazlasını birer parti alıyor dersem eminim hangi partiler olduğunu siz de söyleyebileceksiniz.
Gördüğünüz gibi hiçbirimizin siyasi tercihi rastlantılarla oluşmuyor. Hiçbirimiz her gün sabah siyasi tercihimizi sorgulamıyoruz. Çünkü siyasi tercihimiz de tıpkı hayata dair diğer tercihlerimizde de olduğu gibi bilinçli ve bilinçaltı süreçler karmaşasında oluşan bir tercih.  
Futbol taktiğiyle açıklamaya çalıştığım bu on bir unsurun her birisi bir diğerinin hem nedeni hem de sonucu bir bakıma. O nedenle bu unsurların her birini kompartımanlar halinde ayrı ayrı değerlendirmek de başka hatalar üretebilir. O nedenle seçmen tercihi insana dair her konuda olduğu gibi oldukça karmaşık, çok boyutlu ve çok unsurlu. 
Basit ve şablon açıklaması yok demiş olsam da seçmen davranışını şemalaştırarak açıklamaya dönük birçok model var. KONDA’da geliştirdiğimiz iki modelden daha söz ederek bu diziyi bitireyim.
Tercih sürecine göre açıklama
Birinci model tercih oluşma sürecine göre bir model. Türkiye seçmenlerinin üçte biri oy vereceği parti ile fikri bir yakınlık arıyor. “İdeolojik seçmen” dediğimiz bu grubun her biri partisinin programını okumamış olabilir ama temel tercihlerde fikri bir beraberliği vardır. Dörtte birlik bir seçmen kümesi “lider takipçisi seçmen”. Bu kümedekiler partiden daha çok liderle bir güven ilişkisi, fikri ve duygusal beraberlik üzerinden oy veriyor. Beşte birlik bir seçmen “taraftar seçmen”, partisiyle fikri değil daha duygusal bir ilişki üretiyor. Tıpkı futbol takımı taraftarlığı gibi belki rasyonel bir açıklaması olmasa da kendisini o partinin taraftarı olarak hissediyor ve davranıyor. Onda birlik bir seçmen kümesi “partisiz seçmen” ama bu kümedekiler siyasetle oldukça ilgili ve bilgililer ve kendilerini tam olarak temsil eden bir parti olmadığı kanaatindeler. Bunların büyük kısmı seçimlere gitmiyor, anketlerde “oy vermeyeceğini” söylüyor ya da seçim sabahı yine fikren kendine görece yakın bir partiye oy veriyor. Son dilim olan onda birlik bir seçmen kümesi de “son dakikacı seçmen”. Bunlar partisiz seçmenlerin aksine siyasetle hiç ilgilenmiyor, haber deyince yalnızca spor haberlerini izliyor. Aslında tüm bir seçim kampanyası temaşası da bu küme için yapılıyor. Çünkü önceki kümedekilerin parti tercihleri büyük oranda belli iken bu küme son dakikalara, adaya, kampanyaya bakarak oy veriyor.
Bu kümeleme analizi üzerinden şu bilgiyi paylaşayım. Her partinin oy tabanlarının seçmen kümelerine göre kombinasyonu farklı oluşuyor. BDP seçmeninin beşte dördü,  CHP seçmeninin üçte ikisi ideolojik seçmen iken Ak Parti seçmeninin yarıya yakını lider takipçisi seçmenlerden oluşuyor.
Partiler gözünden seçmen kümeleri
İkinci KONDA modeli ise seçmenlerin tümünü her bir parti gözünden kümelemeye dayanıyor. Birinci küme “çekirdek seçmen” dediğimiz küme. Bu seçmenlerin partilerine, liderlerine, seçimi kazanacaklarına, ülkenin sorunlarını çözeceklerine inançları tam. İkinci küme “sempatizan seçmen” ki bu seçmenler o partinin her şeyine öncekiler kadar inanç ve güven içinde olmasalar da o partiye ilgi ve sempatileri var ve oylarını o partiye veriyorlar. Üçüncü küme “potansiyel seçmen” yani o partinin yönelebileceği, oyunu alabilmesi için ikna edebileceği ama bugün oyunu alamadığı seçmenler. Dördüncü küme ise diğer partilerin çekirdek seçmeni olan, ikna edilmesi oldukça uzun bir süreç gerektiren seçmenler. Beşinci küme ise sorunca “asla o partiye oy vermeyeceğini” düşünen ve söyleyen seçmenler.
Bu modelden bakınca, her bir parti gözünden bu beş kümenin büyüklükleri farklı. Çekirdek seçmen oranları ve asla oy alamayacağı seçmen oranları bu modelde belirleyici.
Daha da önemlisi yaşanan ve başından beri Ak Parti tarafından da beslenen kutuplaşma çekirdek seçmen ve asla oy alınamayacak seçmen oranlarını belirliyor. KONDA ölçümüyle “kutuplaşma endeksine” göre yüzde 35 seçmen Ak Parti yandaşı, yüzde 25 seçmen de Ak Parti karşıtı kutba yerleşmiş durumda. Ve bu durum Ak Parti lehine çalışıyor.
Partilerin pozisyon ve politikalarını belirleyici olan bu modeldeki ikinci unsur çekirdek seçmen ile sempatizan seçmen oranları. Ak Parti seçmeninin neredeyse onda dokuzu çekirdek seçmenlerden oluşuyor. Buna karşılık CHP ve MHP’nin çekirdek seçmenleri ile sempatizan seçmenleri nerdeyse eşit oranda. Yani seçmenleri partiye oy veriyor ama ya partinin lideriyle ya politikalarıyla sorunu var ya da partisinin kazanacağından, çözüm politikalarından emin değil. Partisini eleştirmeye başlayan çekirdek seçmen doğrudan partisinden kaçmıyor. Önce çekirdekten sempatizanlığa, oradan potansiyele doğru adım, adım değişiyor.
Üç günlük gevezelikten sonra bu seçimlerde şöyle olacak öngörüsünde bulunmak kolay değil. Öte yandan entelektüeller arasındaki seçmen yolsuzluklara alıştı, hoş görüyor efsanesi de doğru değil.
Toplumun üç yıldır, her geçen gün ağrı eşiği düşüyor, duyarlılıkları, rahatsızlıkları artıyor. Her duyarlılık ve ağrı elbette siyasi tercih üzerinde bir etki üretiyor. Ak Parti seçmeni içinde de hoşnutsuzluk artıyor. Bu durum her birimizi parti tercihi değiştirme noktasına getirir mi? Ya da ne kadarını getirir? Diğer parti seçmenlerinin bu süreçlere tepkileri, partilerinden hoşnutsuzlukları ne değişiklik üretir? Partisinden ayrılmaya karar veren seçmen nereye yönelir gibi bir dizi sorunun cevabını seçim akşamı göreceğiz. 
Bekir Ağırdır
T24
Mart 05, 2014