26 Mayıs 2014 Pazartesi

Pirinç ya da Buğday: Doğu ya da Batı

Science dergisinin 9 Mayıs 2014 tarihli sayısında, Çin'in Kuzey ve Güney bölgelerindeki halkların davranış biçimleri arasındaki farkları bu iki bölgede tarımı yapılan ürünlere, güneyde pirinç ekilirken kuzeyde buğday ekilmesine bağlayan bir araştırma yayımlandı (Talhelm ve meslektaşları, 2014)[i]. Aynı sayıdaki bir başka makalede de bu sonuçlar özetleniyor ve yorumlanıyor (Henrich, 2014)[ii]. Makaleler, bu iki bölge arasındaki farkların nedeninin tüm dünyada Batı toplumlarıyla Doğu toplumları arasındaki farklar için de genelleştirilebileceğini savunuyor. Bu yazının ilk bölümünde bu çalışmadan bahsedip makalelerden alıntılar yapacak, sonraki bölümündeyse içinde yaşadığımız coğrafya ve kültürle benzerliklere dikkat çekeceğim.
 Çin'de Pirinç Eken Güneyle Buğday Eken Kuzeyin Farkı
"Endüstriyel devrimin neden ilk kuzey Avrupa'da ortaya çıktığı tarihin en büyük sorularındandır. M.S. 1000'de dünyaya bakan birinin ilk aklına gelen adaylar Orta Doğu ya da Çin'de olurdu, Avrupa'da değil." (Henrich, 2014)
"On yıllardır yapılan araştırmalar, başka toplumlarla karşılaştırıldıklarında,  Batılı, Eğitimli, Endüstriyelleşmiş, Zengin ve Demokratik (Western, Educated, Industrialized, Rich, and Democratic: WEIRD) toplumların psikolojik olarak farklı olduğunu, hem fazlasıyla bireyci hem de çözümleyici bir zihne sahip olduğunu göstermiştir. Yüksek düzeyde bireycilik, insanların kendilerini başkalarından bağımsız görmeleri demektir ve bu kişiler olumlu sayılan özelliklere sahiptir. Kendi akrabalık, kabile ya da dini grupları dışındakilerle yeni ilişkiler kurmaya açıktırlar. Başka birçok  toplumda ise insanlar, yoğun hısım akraba ağlarının parçasıdır ve işbirliği, güvenlik ve kişisel kimlik açısından bunlara bağlıdır. Böylesi ortaklaşacı toplumlarda mülkiyet ortaktır, miras alınan ilişkiler korunur ve yabancılara ya da soyut prensiplere yeğlenir." (Henrich, 2014)
"Batı kültürü daha bireycidir ve çözümleyici düşünmeye dayanır, Doğu kültüründeyse bireyler birbirine sıkı bağlıdır ve düşünme bütünseldir. Çözümleyici düşünme, soyut kavramları ve kurallı akıl yürütmeyi, örneğin mantığı kullanır: Eğer A doğruysa, A'nın tersi yanlış olmalıdır. Bütünsel düşünceyse sezgiseldir ve zıtlıkları da kabul edebilir: Hem A, hem de A'nın tersi aynı anda doğru olabilir." (Talhelm ve meslektaşları, 2014)
"Birçok çalışma, artan bireycilik ve çözümleyici düşünmeyle buluş, yenilikçilik ve yaratıcılık arasında bağ bulmuştur. Neden kuzey Avrupa'da bireyci ve çözümleyici düşünme daha çoktur? Çin, ilk bin yılın sonunda teknolojik olarak daha ileri, kurumsal olarak daha karmaşık ve daha eğitimliydi. Neden Avrupa Çin'den daha bireyci ve çözümleyici oldu?" (Henrich, 2014)
Talhelm ve meslektaşları, bu farkı açıklamak için önerilmiş modernleşme ve hastalık kuramlarından bahsedip yetersizliklerini açıklıyor: "Psikoloji, Doğu-Batı farklarını uzun uzun listelese de, bu farkların nedenlerinin ne olduğu hakkında kabul edilmiş bir açıklamadan yoksundur. Modernleşme kuramı, toplumların zenginleşip daha iyi eğitildikçe ve kapitalistleştikçe daha bireyci ve çözümleyici olduğunu savunur. Bu dünya çapında yapılmış anketlerle de kısmen desteklenir, ama Japonya, Kore ve Hong Kong gibi, milli geliri Avrupa Birliğini aşmış yerlerin neden ısrarla ortaklaşacı olmayı sürdürmekte olduğunu açıklamakta zorlanır (Şekil 1). Hastalık kuramı ise salgın hastalıkların sıklıkla görülebildiği yerlerde yabancılarla iletişimin tehlikeli olduğu ve bu durumun böyle yerlerde yaşayan toplumları daha içe dönük ve ortaklaşacı yaptığını savunur. Çalışmalar, tarih boyunca hastalık taşıyan mikropların görülmesiyle ortaklaşacı davranış ve deneyime daha az açıklık arasında ilinti bulmuştur. Ama hastalıklar hava sıcaklığıyla da ilintili olabilir."


 

 


 
Şekil 1. Kişi başı GSMH ile ortalama bireycilik arasındaki ilişki (Talhelm ve ötekiler, 2014, ek kaynak).   Zengin Doğu Asya ülkelerinde GSMH yüksek olmasına rağmen bireycilik düşük.
 
Yangtze Nehri Bir Sınır
Çin'de Yangtze Nehri buğday yetiştiren kuzeyi pirinç yetiştiren güneyden ayırır. Talhelm ve meslektaşları, Çin'in bu iki bölgesinde ekilen pirinç ya da buğdayın tarımı için gereken koşulların o bölgelerde yaşayan insanların davranışlarını ve kültürünü etkilediğini ve binlerce yıl boyunca benimsenmiş bu kültürün yaşam koşullarının değişmesine rağmen halkların davranışları üzerinde hâlâ etkisinin sürdüğünü savunuyor.
"Pirinçle buğday arasında sulama ve iş gücü farkı vardır. Pirinç (çeltik) ekimi sürekli su gerektirdiği için pirinç bölgelerinde insanlar karmaşık sulama sistemleri geliştirmiştir, bu da çiftçilerin işbirliğini gerektirir. Sulama ağlarında her ailenin kullandığı su komşularını etkiler ve bu yüzden pirinç çiftçilerinin su kullanımında uyum içinde olmaları gerekir. Sulama kanallarının yapımı, temizlenmesi ve bakımı her yıl çok çalışma ister, ve bu yalnız bireylerce değil ancak tüm köyün birlikte çalışmasıyla yapılabilir. Pirinç ekimi çok daha zahmetlidir ve buğdaydan en az iki kat daha fazla çalışma gerektirir.
"Orta Çağda yaşayan Çinliler iki ürün arasındaki bu büyük farkı biliyorlardı ve 1600'lerde yazılmış bir tarım rehberi, 'Eğer insan gücü azsa, buğday ekmek daha iyidir,' diye yazmıştır.
"Çok fazla iş gücü gereksinimi yüzünden Hindistan'dan Malezya'ya ve Japonya'ya dek pirinç eken köylerdeki çiftçiler işbirlikçi iş gücü değiş tokuş yöntemleri geliştirmiştir. Çiftçiler ekim zamanlarını, hasatları farklı zamana gelecek ve birbirlerine tarlalarında yardım edebilecek biçimde birbirlerine göre ayarlamışlardır. Bu iş gücü değiş tokuşu en çok fideleme ve hasat zamanındadır, çünkü bunlar kısıtlı bir zaman aralığında yapılmalıdır, ki bu da insan gücüne olan gereksinimi artırır. Ekonomik deyimle, pirinç tarlası işbirliğini değerli yapar. Bu da pirinç çiftçilerini yoğun işbirliğine, karşılıklı sıkı bağlar kurmaya ve sürtüşme çıkaracak davranışlardan kaçınmaya iter.
"Halbuki buğday yetiştirmek daha kolaydır. Buğday için sulama kanallarına gerek yoktur, çiftçiler yağmura güvenebilir, ve komşularla işbirliği yapmak gerekmez. Ekim ve hasat, tabii ki iş gücü gerektirir, ama bu pirinç için gerekenin yarısı kadardır. Daha az yük çiftçilerin kendi tarlalarına, komşularına bel bağlamaya gerek kalmadan bakabilmesi demektir."
Talhelm ve meslektaşları, Çin'in altı farklı bölgesinden gelen 1162 tane Han Çinlisi üniversite öğrencisi üzerinde yapılan deneylerin sonuçlarını o bölgelerle ilgili başka istatistiklerle (gelir durumu, hastalıklar, vb) birleştirerek üç ölçüte göre farkları araştırıyor:  Kültürel düşünme ölçütü, bireycilik, ve sadakat/kayırıcılık.
 

Şekil 2. Çözümleyici düşünme ve bireyselliğin ölçülmesi (Henrich, 2014). (Sol: Çözümleyici düşünmenin üçlülerle ölçülmesi. Tavşan köpekle mi eşleşir (çözümleyici yanıt), havuçla mı (bütünsel yanıt). Orta: Bireyciliğin ölçülmesi. Kişiyle arkadaşları arasındaki ilişki. Bireyci yanıtta "ben", ötekilerden daha büyük çizilir; ortaklaşacı yanıttaysa yaklaşık aynı büyüklükte, hatta daha küçük. Sağ: Arkadaş ya da yabancılarla iş ilişkisine girmek. Arkadaşınız ya da yabancı dürüst ve para kazanıyorsunuz, onu ne kadar ödüllendirirsiniz? Arkadaşınız ya da yabancı  dürüst değil, onu ne kadar cezalandırırsınız?)
Davranış farklarını belirlemek için katılımcılara farklı deneyler yaptırıyorlar (Şekil 2): "Üçlü seçim deneyi katılımcılara üç öğe gösterir, örneğin, tren, otobüs, ve ray, ve bunlardan ikisini eşlemelerini ister. Bu üçlüden iki tanesi aynı soyut sınıftan oldukları için eşlenebilir (tren ve otobüs, taşıt sınıfındandır), iki tanesi de işlevsel ilişki yüzünden eşlenebilir (tren, ray üstünde gider). Batılı ve bireyci kültürlere sahip halklar daha çok soyut (çözümleyici) eşlemeleri seçerken, Doğu Asya ve öteki ortaklaşacı kültürlerden halklar daha ilişkisel (bütünsel) eşlemeleri seçer. Bu testler sonucunda çıkan verilere bakınca modernlik ya da hastalık kuramlarının bu iki bölge arasındaki bütünsel düşünce farkı açıklamadığı görülüyor. Ama tarım arazisinin daha büyük bölümünü pirinç ekimine ayıran  bölgelerden gelenlerin daha bütünsel düşündüğü sonucu çıkıyor.
"Sosyal çizge testinde katılımcılara kendilerini ve sosyal ilişkide oldukları kişileri içinde kendilerini ve başkalarını birer çember olarak gösterdikleri sosyal bir ağ olarak çizmeleri söylenir. Katılımcıların kendilerine karşılık gelen çemberin büyüklüğünü öteki çemberlerin büyüklükleriyle karşılaştırarak bir bireycilik (ya da kendini abartma) ölçüsü belirlenir. Önceki bir çalışmada Amerikalıların kendilerini başkalarından ortalama 6 mm daha büyük, Avrupalıların ise 3.5 mm daha büyük çizdiği gözlemlenmiştir; Japonlarsa kendilerini biraz daha küçük çizer. Bu çalışmada, buğday bölgelerinden gelenlerin kendilerini 1.5 mm büyük, pirinç bölgelerinden gelenlerinse 0.03 mm küçük çizdiği gözlemlenmiştir.
Sadakat/Kayırıcılık Testi
"Bir başka deneyse sadakat/kayırıcılık üstünedir, ve amaç, katılımcıların kendi arkadaşlarına davranışlarıyla yabancılara davranışları arasındaki farkı belirlemektir. Ortaklaşacı kültürlerin en önemli özelliklerinden biri burada ciddi bir fark olmasıdır. Daha önceki bir çalışma kişilerin bir iş ilişkisine şu dört tür kişiyle girmesini inceledi: (i) Dürüst bir arkadaş, (ii) Dürüst olmayan bir arkadaş, (iii) Dürüst bir yabancı, ve (iv) Dürüst olmayan bir yabancı. Bu testlerdeki hikayelerde katılımcı, arkadaş ya da yabancının yalanları yüzünden para kaybeder ya da dürüstlüğü sayesinde para kazanır. Her durumda katılımcılar kendi paralarıyla öteki kişiyi ödüllendirebilir, ya da cezalandırabilir. Önceki bir çalışma, Singapurluların arkadaşlarını cezalandırmaktan daha çok ödüllendirdiklerini gösterdi. Amerikalılar, Singapurlulara göre daha fazla olasılıkla kötü davranış yüzünden arkadaşlarını cezalandırıyor. Aynı fark, pirinçle buğday ekenler arasında da görülüyor: Pirinç eken bölgelerdeki insanlar kendi arkadaşlarını kayırmaya daha yatkın, ama yabancılara davranış açısından iki bölge arasında bir fark yok."
"Özetle sonuçlar tutarlı bir biçimde pirinç ekilen bölgelerden gelen katılımcıların daha bütünsel düşünen, birbirine bağlı, ve buğday ekilen bölgelerden gelenlere göre yakınlarına daha sadık/kayırıcı davrandıklarını gösteriyor.
Doğrulayan Kanıtlar
"Bireyci ülkelerde boşanma oranları daha yüksektir, çatışmadan kaçınan ve ilişkileri korumayı yeğleyen pirinç kültürü boşanmaya daha az istekli olacaktır. 1996 yılında buğday ekilen bölgelerdeki boşanma oranı, pirinç ekilenlerdekinden %50 daha yüksektir. Son 15 yıl içinde boşanma oranları her iki bölgede de arttıysa da aradaki fark korunmaktadır.
"Bir başka fark da alınan patentlerdedir. Çözümleyici düşünenler yaratıcılık ölçütlerinde daha iyidir ve sıradan nesneler için çok farklı kullanımlar düşünebilir. Amerika Birleşik Devletlerinde bireyci kültürlerden göç edenlerin daha fazla patenti vardır. Pirinç bölgelerinden gelenlerin buğday bölgelerine göre daha az başarılı patenti vardır.
"Bu çalışma Çin'in buğday ve pirinç bölgelerinin farklı kültürleri olduğunu gösteriyor. Çin'in pirinç bölgeleri Doğu Asya kültürünün çeşitli göstergelerine sahip: Daha bütünsel düşünme, daha birbirine bağlı özbenlik kurgusu, ve daha düşük boşanma oranları. Buğday yetiştiren kuzeyse Batıya daha çok benziyor: Daha çözümleyici düşünme, bireycilik ve boşanma.
Pirinç Ekmiyor ama Kültürü Sürüyor
"Bir başka soru da insanların çoğunluğu pirinç üretmeyi bıraktıktan sonra pirinç kültürünün ne kadar süreceğidir. ABD'de, İskoçya ve İrlanda'dan göç eden çoban halkların yerleştiği yerlerde şiddet oranlarının daha yüksek olduğu ve çoğu yerel halk sürü yetiştirmeyi uzun süre önce bırakmasına rağmen bunun sürdüğü gözlemlenmiştir."
Henrich şöyle özetliyor: "Talhelm ve meslektaşları, farklı çevre ve teknoloji birleşimlerinin farklı sosyal düzenlerin kültürel olarak evrilmesini etkilediğini düşünüyor. Bazı teknolojik ve çevre koşullarında, yalnızca yoğun olarak işbirliği yapan sosyal topluluklar hayatta kalıp gelişebilir ve yayılabilir. Yoğun işbirliği gerektirdiği için pirinç tarımı ataerkil kavimleri yöneten sosyal kuralları geliştirmiş ve desteklemiştir. Güçlü soylarda yetişmek özel bir tür ortaklaşacı psikoloji yaratır. Bunun tersi olarak buğday tarımı bağımsız çekirdek haneler oluşmasına izin verir ve daha bireyci psikolojileri geliştirir. Pirinç bölgelerinden gelenler yabancılarla göre arkadaşlarını ödüllendirmeye daha yatkın, cezalandırmaya daha isteksizdir, ki bu da ortaklaşacı toplumların grup içi kayırma özelliğinin bir göstergesidir.
"Çevrebilim, sosyal öğrenme, kurumlar ve psikolojinin karşılıklı yoğun etkileşimi sonucu kültürel evrim ortaya çıkar. Çevresel etkenler bazı aile yapılarını, ya da sosyal düzenleri ötekilere yeğler. Kuşaklar boyu bilenip incelik kazanarak bu kurumlar çocukların gelişim içinde kendilerini uyarladıkları, psikolojilerine ve beyinlerine biçim veren koşulları oluşturur. Çevresel nedenleri ortadan kalktıktan çok sonra bile bu kültürel psikolojiler ve kurumlar yenilikçiliği, yeni kurumların ortaya çıkışını ve göçmenlerin yeni ülkelerdeki başarısını etkilemeyi sürdürür. Bu bağlamda, buğday tarımı Batılı düşünce ve endüstriyel devrimin kaynaklarını açıklamaya katkı yapabilir."
Talhelm ve meslektaşları da davranışların zaman içindeki korunumdan bahsediyor: "Bu kuram, pirinç ekilen bölgeler için geçerlidir, yalnızca pirinci eken insanlar için değil. Binlerce yıl pirinç ya da buğday ekmiş kültürler bu pirinç ya da buğday kültürünü taşır ve sabanlarını bıraksalar bile bu kültürü sonraki nesillere geçirirler. Basit söylemek gerekirse pirinç kültürünü miras almak için insanın kendisinin pirinç yetiştirmesi gerekmez."
Ya Orta Doğu ve Türkiye?
Batı ile Doğu arasındaki fark ve bunun nedenleri sanırım son birkaç yüzyılın en çok tartışılan konularındandır, özellikle ülkemizde ve ülkemiz gibi ikisinin arasında kalan yerlerde. Bu fark için birkaç boyut sayılır: Batıda yönetimler katılımcı, doğuda merkezcidir. Batılı toplumlar yeniliğe açıktır, doğu ise olanı korumaya isteklidir. Batı bilimi sever, Doğu inancı. Bütün bu ve başka nedenlerden dolayı Batı daha zengindir, Doğu daha fakir.
Jared Diamond, "Tüfek, Mikrop ve Çelik,"[iii] adlı kitabında bunun tarihsel nedeni olarak coğrafyayı gösterir. Günümüzden yaklaşık 12.000 yıl öncesine dek Avrupa'nın kuzeyi buzlarla kaplıydı. Bu yüzden uygarlık, iklimin ılıman olduğu, yenilebilir bitki ve evcilleştirilebilir hayvanlara sahip bugünkü Orta Doğu'da başladı ve ancak sonraki bin yıllarda buzların çekilmesiyle yavaş yavaş kuzeye yayıldı. Tarım ve hayvancılığın gelişmesiyle önce Orta Doğu'da yerleşik düzene geçildi, ilk şehirler burada kuruldu. Tarımın getirdiği bollukla nüfus arttı. M.Ö. 6500'de Çatalhöyük'te 5.000 ile 10.000 arası insan yaşıyordu[iv]. M.Ö. 1000'de Mısır'ın Teb, Irak'ın Babil, ve Çin'in Haojing şehirlerinin nüfusu yaklaşık 100.000 idi. Birkaç yüz yıl öncesine dek Doğu daha kalabalık ve daha zengindi: M.S. 1000'de Londra’nın nüfusu 40.000 kişiyken[v] Bağdat'ın nüfusu 1 milyonu bulmuştu.
Tez, Ortadoğu İçin de Geçerli
Doğu'da nüfus artışı tarımın daha büyük alanlarda yapılabilmesi sayesindedir. Bence Talhelm ve meslektaşlarının Çin'de pirinç ekimi için yazdıkları, her ne kadar pirinç değil buğday, arpa vb ekilse de Orta Doğu için de geçerlidir. Önemli olan ekilen ürünün ne olduğu değil tarımın yapılabilmesi için kurulan sosyal düzen olmalıdır. Nil deltası ve Mezopotamya'da da, güney Çin'de olduğu gibi, büyük nehirleri ıslah edip denetim altında tutmak, sulama için kanallar açmak, bunların yıl boyunca bakımı, belli zamanlarda büyük arazilerin ekimi ve hasat, çok sayıda insanın aynı anda belli bir iş bölümüne göre çalışmasını gerektiriyordu. İlk şehirlerin, yazının, hesabın, devletlerin, dinlerin Orta Doğu'dan çıkması buralarda gereken sosyal düzeni sağlayabilmek içindir.
Doğu’da şehirler gibi ordular da daha büyüktü, çünkü büyük toplumlar korunmak için büyük ordular gerektirir. Örneğin, 1066'da Normanların İngiltere'ye girdiği Hastings Savaşı'nda ordular 10.000 kişinin altındayken 1071'de Türklerin Anadolu'ya girdiği Malazgirt Savaşı'nda her iki tarafta asker sayısı 50.000'in üstündeydi. 1415'te İngilizlerin Fransızları yendiği Agincourt savaşında her iki orduda yaklaşık 10.000 asker varken 1402'de Timur'un Yıldırım Bayezit'i yendiği Ankara Savaşı'nda her iki orduda 100.000 asker vardı.
Kuzey Avrupa halkı ise Roma İmparatorluğu'nun sınırlarında yaşıyordu ve bu yüzden uzun zaman şehirleşmemiş, küçük ve hareketli topluluklar olarak kalmıştır. Yerleşik hayata geçtikleri zaman bile Orta Doğu ve Doğu standartlarına göre yüzölçümü ve nüfus olarak çok küçük kontluklar, dükalıklar oluşturmuşlardır.
Ulusların Düşüşü
Daron Acemoğlu ve James Robinson, "Ulusların Düşüşü"[vi] adlı kitaplarında 14. yüzyılda nüfusun yaklaşık yarısını öldüren Kara Veba'nın Kuzey Avrupa ülkelerinde nüfusu daha da seyrekleştirdiğini, böylece az sayıda kalan insanların emeğinin daha değerli hale geldiğini ve kazandıkları bu güçle yöneten sınıfa kendi isteklerini kabul ettirip yönetimleri daha katılımcı olmaya zorladığını yazar. Veba, Doğu’yu da vurmuş olmasına rağmen Doğu’da nüfuslar daha fazla olduğu ve merkezi yönetim daha uzun süredir var ve kemikleşmiş olduğu için böyle bir özgürleştirici etki görülmemiştir.
Kuzey Avrupa'da yerel güçler aristokratik bir sınıf oluşturmuş ve bu ülkeler merkezi bir yönetim altında birleştikten sonra bile krala (ve Protestan bir halk olarak Güney Avrupa'ya) karşı güçlerini korumuş ve zaman içinde demokrasiye giden yolu açmışlardır. Örneğin İngiltere'de parlamento, 1688'de Şanlı Devrim sonrasında kralın Katolik olmasını ve parlamentonun onayı olmadan kanun yapmasını, vergi almasını ve ordu kurmasını yasaklamıştır. Doğuda ise kral/sultan/imparator başka her gücün üstündedir, ve gücü ilahidir: Osmanlı Sultanı Müslümanların halifesiydi, 2. Dünya Savaşı sonunda MacArthur aksini emredene dek Japon İmparatoru tanrısaldı.
Özetle, Doğu’da insanın hem karnını doyurmak, hem de dış düşmanlara karşı hayatta kalabilmek için büyük topluluklara ait olması gerekmiştir. Bu büyük toplulukların sürekliliği de ona ait olanların sorgusuz sualsiz, gerektiğinde işçi ya da memur, gerektiğinde asker olarak itaatine dayanır. İşte bu yüzden çok eski çağlardan beri Doğu'da toplumu bireyin önünde gören inanç ve yönetim biçimlerinin oluştuğu söylenir. Çok büyük toplulukların içinde bireylerin önemi yoktur, biri yerine öteki konabilir, önemli olan sayıların çokluğunu korumaktır.
Talhelm ve meslektaşlarının Çin'deki pirinç kültürüne ait olarak yazdığı özelliklerin bizim coğrafya için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Olayları parçalara ayırıp bunlar için neden-sonuç kuralları belirlemeye çalışan çözümleyici bir zihin yapımız yok. Başımıza gelenler üstünde bireyler olarak bir etkimiz olamadığı için kaderciyiz, ve gücü kendi dışımızda "alın yazısına", ya da ilahi bir kaynağa kolayca atfedebiliyoruz. Trafik kazalarının, tren kazalarının, ya da maden kazalarının önüne geçilebilmesi için bunların birilerinin ihmali, bilgisizliği, ya da beceriksizliği yüzünden olduğunun herkes tarafından kabul edilmesi gerekir, "Hayır da şer de Allah'tandır," diye inanılan yerlerde bu kazaların sorumluluğu için birilerinin aranması ya da cezalandırılması anlamsızdır.
Binlerce yıldır hayatın hep aynı biçimde süregeldiği yerlerde, yönetimin dört yılda bir ve ona benzer kişilerin verdiği oylarla değişebileceği düşüncesi insanlara rahatsız edici gelir; böyle yerlerde yönetimin arkasında ilahi ve hep korunacağına inanılan bir düzen aranması ve yönetici olarak o düzenin temsilcisi olduğu düşünülenlerin desteklenmesi normaldir.
Kültürümüz Ortaklaşacı
Ortaklaşacı bir kültürümüz var; bunun bizde de "imece" gibi iyi sonuçları olsa da, aynı zamanda herkesi bir düzeyde tutmaya çalışan ve farklılıkları, öne çıkanları törpüleyen bir etkisi de var. Örneğin, "nazar" inancı, çevresinden biraz daha güzel ya da başarılı olanı kontrol altında tutmak, ona varlığının her zaman içinde bulunduğu toplumun onayına tabi olduğunu sürekli hatırlatmak içindir. Batıda birine nasıl olduğu sorulduğunda iyi olduğunu söyler, çünkü mutsuzluğu onun kişisel başarısızlığının göstergesi olarak alınır; bizde ise nasıl olduğu sorulduğunda herkes şikayet eder, çünkü başarı ve mutluluk gizlenmesi gereken şeylerdir.
Kişinin değerinin kendi kişisel özelliklerine değil ait olduğu toplum içinde nasıl görüldüğüne bağlı olduğu yerlerde "onur," "namus," gibi kavramlar çok öne çıkar. İnsanlar bireyler olarak aynı düzeyde değildir, sosyal normlar onları yukarıdan aşağıya doğru, yaşa, soya, cinsiyete, zenginliğe, vb göre sıralar ve herkese kendi yeri sıkça hatırlatılır. Bireylerin ayrı ayrı hakkının olmadığı yerde adalet kavramı bu sosyal bağlar üzerinden tanımlıdır ve her soy, kavim, kabile kendisinin olanı korur, gerekirse bunun için savaşır (kan davası), ya da kendisi cezalandırır (töre cinayeti).
Talhelm ve meslektaşlarının araştırması, pirinç bölgelerinden gelenlerin yabancılara göre iyi davrandıklarında arkadaşlarını ödüllendirmeye daha yatkın, kötü davrandıklarında cezalandırmaya daha isteksiz olduğunu gösteriyor. Bu da başka ortaklaşacı toplumlar için olduğu gibi ülkemiz için de geçerlidir, ve insanların kendisine yabancı hissettiği partiler yerine kendisine yakın hissettiği partilere, ortaya çıkan bütün yolsuzluklarına rağmen neden oy vermeyi sürdürdüğünü açıklayabilir.
Bireylerin kendi başına gücünün fazla olmadığı yerlerde kişiler kendi kimliklerini tanımlamak ve destek için sosyal bağlar arar. Herhangi bir iş için hemen bir "tanıdık" ya da "hemşeri" araştırılır. İç göçlerle soy, kavim gibi bağlar bozulsa bile yerlerine başkaları konur. Örneğin futbol takımı taraftarlığı ülkemizde en önemli sosyal bağlardan biri haline gelmiştir; "Fenerbahçeli" ya da "Beşiktaşlı" olmak bir tür kavim gibidir; kişiye bir kimlik verir, onu güçlü bir kitlenin koruması altına alır, hem de gücünü başkalarınınkiyle birleştirebilmesini ve kullanabilmesini sağlar.
Bahsettiğim makalelerde binlerce yılda yerleşmiş kültürlerin onları çıkaran çevresel koşullar ortadan kalktıktan sonra da sürdüğünden bahsediliyor. Aynı durum ülkemiz için de geçerli. Bu yazıda bahsettiğim çalışma benzeri çalışmaların çoğalması geçmişten günümüze miras kalmış davranışların belirlenmesini sağlayacak, ve ülkemizde seçim sonuçlarından aile içi şiddete, futbol teröründen göçmen işçilerin yurtdışındaki davranışlarına dek birçok konuyu daha anlaşılabilir yapacaktır.



[iii] J. Diamond “Tüfek, Mikrop ve Çelik.” (“Guns, Germs and Steel”) Tübitak Yayınları.



[vi] D. Acemoğlu, J. A. Robinson “Ulusların Düşüşü.” (“Why Nations Fail”) Doğan Kitap.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder