1- İkinci şans her zaman iyi bir fikir olmayabilir, ilkinde yaralayan ikincisinde öldürebilir.
2- Tek bir kadına ait olmayı göze alabildiğin zaman adam oluyorsun.
3- Kadınlar yanlış erkeğe âşık olur, erkeklerse doğru kadına yanlış yapar. Nettir.
4- Kıvırmak kalçada şık duran bir eylemdir, ruhunuza taşımayın.
5- Yıpratılmış kadınları sevmek lazımdı belki de, “şımartılmış”ları değil...
6- Karakterin otursun, söz ben ayağa kalkacağım.
7- Birini kaybetmeye alıştırırsan artık hiçbir şeyden korkmaz, senden hiç...
28 Ekim 2016 Cuma
27 Eylül 2016 Salı
Demokrasimiz neden böyle? Ne olacak?
Demokrasi sorunlarımızın dört temel kaynağı şunlardır:
1) Mustafa Kemal Atatürk, Endüstri Devrimi’ni kaçırdığı için çöken ve istila edilen Osmanlı’nın işgalci güçlerine, Batı’dan gelen Yunan’a, Doğu’dan saldıran Ermenilere, içerdeki isyancılara karşı Kurtuluş Savaşı’nı, feodal bir din/tarım imparatorluğu olan Osmanlı toplumunun kılıç artığı kalıntılarıyla yaptı ve kazandı...
Toplumu ileri taşımak için çağdaş bir devlet biçimi olan Cumhuriyeti de, Endüstri Devrimini kaçırdığı için çağdaşlaşamamış olan bu toplumsal taban üzerine kurdu:
Feodal din/tarım imparatorluğu yapısında geri kalmış olan bu toplumsal doku, Cumhuriyet’e ve Demokrasiye hazır ve uygun değildi; Atatürk Devrimleri bu toplumsal yapıyı çağdaşlaştırmak için yapıldı.
2) Çok Partili Düzen’e geçip Atatürk Devrimlerini, taçlandırmak isteyen ve dünyada eşi olmadık biçimde Tek Adam’ken, seçim yapıp, iktidarı muhalefete teslim edenİsmet İnönü, bu adımı, toplumda Demokrasiyi yaşatacak olan çağdaş sınıflar henüz oluşmadan atmıştı.
Türkiye Çok Partili Düzen’e geçtiği sırada, Demokrasiyi dünyada kuran veyaşatan sermaye sınıfı da işçi sınıfı da ülkede yeterince gelişmemişti.
3) 1950’de İsmet Paşa’nın kurduğu Çok Partili Düzen ile iktidara gelen Demokrat Parti, toprak ağalarının kurduğu bir din/tarım toplumu partisiydi.
İktidarda, demokrasiyi ve özgürlükleri geliştiren değil, “çoğunluk diktatörlüğü olarak” din ekseninde yozlaştırmayı hedefleyen politikalara ağırlık verdi.
4) 1950’de başlayan Çok Partili Düzen, esas olarak, sağ iktidarların “Demokrasi eşittir, çoğunluk yönetimi” saptırması ve askeri darbelerin baskıları ile bugünlere geldi.
Zaman içindeki ekonomik büyümenin ortaya çıkardığı sınıfsal gelişmeler sonunda oluşan her türlü demokratik ve özgürlükçü akım, sağ iktidarlar ve askeri darbeler tarafından bastırıldı; ideolojik olarak topluma sürekli bir biçimde dinci/ırkçı siyaset pompalandı.
***
Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün toplumu çağdaşlaştıran,demokratikleştiren siyasal atılımları, İNSANLIK TARİHİNE, İNSANLIĞIN GELİŞMESİNE UYGUN oldukları için...
Bunların, toplumsal yapının çok ilerisinde olmasına karşın...
Üstelik sağ siyaset ve askeri darbelerle yolları kesildiği halde...
Zaman içinde başarıya doğru gidiyor.
Eninde sonunda bu atılımlar mutlaka başarıya ulaşacak, Türkiye’de Demokrasi ve İnsan Haklarına dayalı düzen kazanacaktır...
Çünkü insanlığın tarihsel gelişme çizgisi bu yöndedir!
Emre Kongar
Cumhuriyet
27-09-2016
2 Eylül 2016 Cuma
Tunus’ta déjà vu (Siyasal İslama neden Güven olmaz?)
Müslüman Kardeşler hareketinin Tunus dalı Ennahda Parti Hareketi’nin lideri Raşid Gannuşi, Tunus’ta artık İslamcı politikaya gerek kalmadığını partinin Müslüman ve modern uygarlıkların değerlerine dayalı bir siyasi çizgi izleyeceğini açıkladı. Devlet sekülerizmi zor yoluyla dayatmadığına göre, dini siyasi etkinliğin merkezine koymak gerekli değilmiş; İslamcı – seküler tartışması da artık geride kalmış. En-nahda siyasi İslamı terk edecek, Demokratik İslamı benimseyecekmiş (Le Monde, 19/05/2016,Foreign Affaires’in Eylül/Ekim)...
Déjà vu
Biz bu söylemi daha önce duyduk, deneyi de yaşadık.
Siyasal İslamın “Milli Görüş” versiyonu, 28 Şubat’ta şok geçirince, devreye kısmen doğrudan, kısmen de liberal entelijensiya aracılığıyla giren, ABD ve “Uluslararası topluluğun” teşvikiyle, yardımıyla, siyasal İslamın Müslüman Kardeşler geleneğine daha yakın bir versiyonu olarak AKP doğdu. O da artık Müslüman demokrat bir hareketti. Türkiye demokratikleşecek, AB’ye girecek, Büyük Ortadoğu projesinin eşbaşkanı olarak bölgede büyük oyuncu katına yükselecekti... Şimdi nereye geldiğimizi size anımsatmama tabii ki gerek yok.
Ancak, “Neden Ennahda, artık dini siyasette kullanmayacağını söyledikten sonra kendini hâlâ özellikle Müslüman olarak tanımlama gereksinimi duyuyor?” sorusunun ardından şunları anımsatmak isterim. Ennahda toplumu dini gereksinimlere, ilkelere göre düzenleme hedefinden vazgeçtiyse, “Müslüman demokrat” kavramı içindeki Müslüman sıfatını ne hakla kullanabiliyor.
İslamın özgünlüğü
Peygamber, hem bir din bilimciydi, hem bir tüccar hem de aynı zamanda siyasetçi ve devlet kurucu. Bu nedenlerle, İslamda devletin, ekonominin nasıl yönetileceğine, hangi ilkelerin İslamı diğer dinlerden ayırdığına ilişkin belirgin kurallar, en önemlisi yasalar var? Bunlara uymayı, bu pratiği tekrarlamayı benimsemeyen, dini günün koşullarına uydurmaya çalışan biri, bu yasaları, zamana, mekâna bağlayarak kutsal içeriğinden koparmış olacaktır. Kitap, Eski Ahit ve Yeni Ahit’ten, farklı olarak Tanrı’nın dolaysız sözü değil midir?
Liberaller, Müslümanları, inançlarını ciddiye almadılar. Bu yüzden “ama biz aldatıldık”filan... Ben kendi hesabıma her zaman Müslümanları, inançlarını, bu inancın sadakatini ciddiye aldım. Tunus’a da bu anlayışla bakmaktan yanayım.
Bu noktada bize Shadi Hamid’in İktidarın baştan çıkarıcılığı: İslamistler ve Ortadoğu’da İlliberal Demokrasi (Oxford Üniv. 2014) çalışması yardımcı olacaktır. Hamid, 1990’lardan başlayarakOrtadoğu’da Mısır, Tunus, Cezayir, Ürdün deneyleri üzerinde çalışmış, İslamcı hareketin liderleriyle, kadrolarıyla konuşmuş. Çalışmasındaki kimi saptamalar özellikle dikkatimi çekti: Siyasal İslam, muhalefette, seküler güçlerin baskısı altındayken, korunmak için uzlaşmacı, hoşgörülü bir çizgide gelişiyor. Daha fazla katılım istiyor. Ancak daha fazla katılımcılık siyasal İslamda daha çok yumuşama değil kendi yaşam tarzını, kendi değerlerini daha fazla dayatma çabası getiriyor. Siyasal İslamın partisi, genel seçimlerle iktidara gelince çoğunlukçu bir tutum benimseyerek kendi projesini dayatmaya başlıyor. Çoğu kez en sert rekabet, mücadele İslamcı hareketin içinde patlak veriyor. İslamcı parti iktidara gelme sürecinde siyasi söylemi dinci ilkelere göre değiştirmeye başladığından, “liberal”, “seküler” partiler dinci söyleme uyum sağlamaya çalıştıkça, farklılıklarını sergileyemiyor, kitlelerin ilgisini çekmiyor.
Ennahda da hükümete geldikten sonra, hemen kendi projesini uygulamaya koymak istedi. Ancak işçi hareketinin seküler kamuoyunun kitlesel direnişiyle karşılaştı, geri adım attı. Şimdi duruma uyum sağlıyor, ilkelerinden, projesinden vazgeçtiği için değil, koşullar şimdilik izin vermediği için.
Engin Yıldızoğlu
1-9-2916
Cumhuriyet
16 Ağustos 2016 Salı
5. Ulusal Kalıpçılık Zirvesinden Akılda Kalanlar
5.
Ulusal Kalıpçılık zirvesi, 1 Ekim 2015 tarihinde, UKUB’un önderliğinde
gerçekleştirilmişti. Sektör oyuncularıyla bir araya gelme, sohbet etme,
karşılaşılan problemlerle ilgili bilgi alışverişinde bulunma anlamında oldukça
güzel bir organizasyondu. İçerik olarak ana sanayi temsilcileri yan sanayi
temsilcilerinin gelinen durumu, projelerin nasıl süreçlerle ilerlediğini ve
nasıl başarıldığının anlatılmasının yanı sıra akademik çalışmaların da
sunulduğu zirveden hatırladıklarımı ve zirveye ilişkin düşüncelerimi özetlemek
isterim. Yazının, altıncısı yapılacak zirveye katılacaklar için ipuçları
vereceğini umuyorum.
UKUB
Genel Başkanı Şamil Bey açılış konuşmasında, sert, çarpıcı bir dil kullanmıştı.
Bu konuşmanın, olumsuz bir tablo çizmesine rağmen en beğendiğim konuşmalardan
biri olduğunu belirtmek isterim. Ülkemizin kalıpçılık anlamında bulunduğu
durumu anlatmak için referansın başarı hikâyeleri olmadığını düşünenlerdenim.
Bulunduğumuz durum olmamız gereken konumdan ve potansiyelimizden çok
aşağıdaysa; gelişim, ancak eleştirel ve fakat yapıcı bir bakış açısı ve tutumla
sorunları ortaya koyarak ve kapsayıcı çözümler üretmeye çalışarak sağlanabilir.
Bu
anlamda karamsar bir “büyük resim” çizen Şamil Bey, aslında içinde bulunduğumuz
durumu ve gelecekle ilgili kaygılarımızı net olarak ortaya koymuştu.
Paylaştığı
bilgiler ve bilimsel çalışmalarından oldukça yararlandığım bir başka konuşmacı
da Prof. Dr. Erhan Budak hocamızdı. Talaşlı imalat konusunda analitik
bilgilerle desteklediği konuşmasında sözünü ettiği, takım tezgâhları
dinamiğinin matematiksel modellerinin oluşturulması için yapılan deneysel
çalışmalar ilerisi için umut vericiydi. Tezgah verimliliğinin ve kalitesinin
arttırılması anlamında umarım bu çalışmalar kalıp üreticilerine de aktarılarak
pratikte de sektöre katkı sağlar.
Yıllardır
sektördeki birçok kişinin beklentisi olan devlet teşviklerine ve ülke
kalıpçılık politikasına ilişkin hiç konuşma yapılmamış olmasının ise zirvelerin
hala en büyük eksikliği olduğunu düşünüyorum. Bu tip zirvelerde, ilgili
bakanlıkların ve bakanlık uzmanlarının konu hakkında ne düşündüğü ve bu sektöre
nasıl baktıklarını onların ağzında duymak,
durum analizlerimizi, stratejilerimizi ve alacağımız aksiyon planlarını
doğrudan etkileyecektir.
Zirveye
ilişkin bir diğer tespitim görsel sunumların kullanımına ilişkindi. Sektör
potansiyelini ve trendleri izlemeyebilme bağlamında, dünyadaki kalıpçılık
sektörünün durumu, ülkelerin ciroları, kalıp üretim adetleri gibi analitik
değerlerin, ekonomik ve teknik bilgilerin toparlandığı grafiklerle aktarılması
faydalı olabilirdi. Yıllık yapılan bu zirvelerde, içinde bulunulan yılla, geçen
bir yılda olan biteni matematiksel olarak karşılaştırmak, yönümüzün doğru olup
olmadığını anlamada da yararlı olabilir.
Zirveden
hatırımda kalan bir konu da Çinli işçilerin metal presinin içine girerek üretim
yaptığı videoydu. Görsel yönü ve iş güvenliği eksikliği nedeniyle gülüşmelere
neden olmuştu. Çin konusunda yüzeysel ekonomik yaklaşımla yorumlar yapılmıştı. Bu
nedenle, yıllardır yurtdışında kalıp takip eden bir mühendis olarak, yaşadığım
deneyimlerle uyuşmayan bu yorumları gözeterek Çin kalıpçılığı hakkında birkaç
söz söylemem gerektiğini düşünüyorum.
Seri
üretimde kullanılan kalıpların çoğunun bu topraklarda üretilmesini destekleyen
ve bu doğrultuda şartları zorlayan bir firmanın çalışanı olarak; Türkiye’de
yürüttüğümüz projelerde birçok sıkıntı yaşıyoruz. Bu işin doğal sürecinde tabii
ki problemlerle karşılaşırız; ancak bunların çözüm sürecinin maliyetlerini,
moral bozukluklarını, çalışma saatlerinin fazlalığı anlamında diğer ülkelerle
karşılaştırdığınızda çıkan sonuç oldukça şaşırtıcı olabilir.
Dünya’nın
neredeyse üretim merkezi olan Çin’deki firmaların büyük çoğunluğunun videoda
gösterildiği gibi olmadığını sanırım herkes biliyordur. Önemli olan nokta, Çinli
firmaların her maliyet ve kalitede ürün üreten yapısı olduğunu kavramaktır.
Ülkenin politikalarının da ekonomisini üretim üzerine kurmuş bir ülkeyi çok
güçlü biçimde destekleyici olması farkı açmaktadır. Ayrıca bu üretimleri
yaptıkları makineleri de artık kendileri üretebilmekte, teknolojilerini
geliştirmekte ve kaliteleri her geçen gün lider teknoloji firmalarının
makinelerine de yaklaşmaktadır. Politik olarak eğitime ve teknolojiye çok ciddi
yatırımlar yapmaktadırlar; günümüz baş döndürücü teknolojik gelişim sürecinde
arayı hızlı kapatacaklarından şüphem yok. Bu anlamda, sadece Çin’i pahalanıyor
kabulüyle yola çıkmak bizi yanıltabilir.
Zirvede,
ülkemizde kalıp maliyetinin, hala kalıbın tasarlanması, işlenmesi ve satın alma
kalemlerinden oluştuğunun kabul edildiği gibi bir algıya kapıldım. Yukarıda
sayılanların yanı sıra, parça tasarımına verilen kalıplanabilirlik desteği, CAE
analizleri, müşterinin beklentilerini anlayarak riskleri ortaya koyma ve
kalıbın bu riskleri azaltacak şekilde doğru tekliflendirilmesi ve tasarlanması
da ciddi maliyet kalemleridir. Bunlara ek olarak kalıbın sorumluluğunu tam
anlamıyla alma bakış açısı, istenilen bilgilerin hızlı bir biçimde
paylaşılması, toplantılarda kalıpçıların temsil edilmesi, proje yönetimi ve
zamanlara uyum ve en önemlisi de deneme adetleri, toplam kalıp maliyetini oluşturan
olgular olarak düşünmemiz gerekir. Bu gene çerçevede de Çin kalıpçılarının
bizim ve birçok Avrupa ülkesinden çok önde olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Her
sektörde olduğu gibi müşteriler artık daha önce karşılaşılmış problemlerle
zaman harcamak istememekte, bu nedenle de tedarikçilerini bu yaklaşımla
seçmektedirler. Çünkü bu tip problemlerin gerçek maliyeti hesaplanamamakla
birlikte yenilikçi yaklaşımlar ve çözümü diğerleriyle karşılaştırıldığında zor
sorunlara zaman ayrılmasını engellemektedir.
Kalıptan
para kazanma konusu gün geçtikçe zorlaşmaktadır ve bu noktada iyi hizmet veren
firmalar ister istemez diğerlerinden ayrışacaktır, karlılıklarını sürdüreceklerdir.
Bu bakış açısıyla bakamayanlar bu gün belki göreceli olarak rahat olsalar da
pazar hep bu verimliliği arayacağı ve bunun teknoloji ile entegrasyonunu
sağlamak isteyeceği için büyük lokma başka ülkelere kaymaya devam edecektir.
Sonuç
olarak Çin, gerek devlet teşvikleri gerekse sektörün gelişimi, kalıpçıların
olaya bakışı anlamında doğru yolda ilerlemektedir. Kalıpçıların parça
tasarımından, kalıp imalatına; denemelerden, kalıbın onayı sürecine kadar
verdikleri hizmet hala çok değerli ve belki de Avrupa kalıpçılığının önündedir.
Çin
kalıpçılığı konusunda verilere dayalı bir analiz yapılmaması ve Avrupa
kalıpçılığının durumu ve geleceği konusunda analitik bir tartışma yürütülmemiş
olmasının, yol haritası ve strateji belirleyebilme açısından zirvenin eksiklerinden
olduğu düşüncesindeyim.
Sözlerimi
bitirirken, 6. Ulusal Kalıpçılık Zirvesinin içeriğinin, yukarıda bahsettiğim
konular göz önünde bulundurularak zenginleştirilebileceği düşüncesindeyim. Birlik
ve beraberliğin bu kadar önemli olduğu bir dönemde, umarım sektöre emek vermiş
ve veren herkesin katıldığı, olabildiğince somut konulara değinilen, verimli ve
güzel bir zirveye tanıklık ederiz.
9 Ağustos 2016 Salı
TÜRK ABD İLİŞKİLERİNDE DÖNÜM NOKTALARI
TÜRK ABD İLİŞKİLERİNDE DÖNÜM NOKTALARI
"Çekiç güç köklü bir çıban gibi!.. Çıbanın başını keskin bir bıçakla kesebilirsiniz, ama kökünü çıkaramazsınız. Çıkarmaya kalktığınızda nelerle karşılaşacağınız bilinmez!" 22 Ocak 1993 ekranlarda böyle dedi.
Konu, İncirlik Üssü'nün, bizim iznimiz dışında kullanılmasının yarattığı tepki olmalıydı. Son birkaç ay içinde ve özellikle son günlerde, Çekiç Güç sözleşmelere aykırı olarak, Türkiye'nin bilgisi dışındaki uçuşlarla kamuoyunun ilgi odağı oluyordu. Demirel, o gün Genelkurmay Başkanıyla da konuştu. İncirlik Üssü'nün Türkiye'nin iradesi ve bilgisi dışında kullanılması da ilk kez olmuyordu.
1. 1958'de Lübnan olayları sırasında, ABD Deniz Piyadeleri İncirlik üzerinden Lübnan'a aktarılmıştı
2. U2 Casus uçakları olayı,
3. Körfez Savaşı sırasında ABD uçaklarının İncirlik Üssü'nü kullanmaları
1993de Demirel'in, büyükelçilerle yapılan toplantıdan çıkışta "Çekiç Güç korkuluk değil ya! Oraya getirildiğine göre, geliş amacına uygun çalışacaktır, ne yapacağını biliyorsunuz demektir. Buna baştan izin vermişsiniz! Biz izin vermezdik." diyerek ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a yanıt veriyordu. İşin aslı Çekiç Güç'ün ABD'li komutanı, ne kural, ne de Türk hükümetini dinliyordu.. Demirel, Çekiç Güç'e çıban diyerek bir başka dönemin kapısını mı açıyordu?
BU BİR DÖNÜM NOKTASI MIYDI?
Gerçekte Çekiç Güç, Türkiye'deki ABD varlığının çıban başıydı . Aslolan o çıbanı kurutmaktı.. Daha sonra Demirel Karadeniz İşbirliği Toplantısı'nda "Ülkeler" dedi, "tek başlarına kavgasını veremedikleri bir dünyaya karşı güçlerini birleştirerek mücadeleye yönelmelidirler."
***
1964 yılına dönelim: 22-23 Aralık 1963. Rumlar, EOKA desteğiyle Türkleri katlediyor .. ABD'nin oyalayıcı arabuluculukları sonuç vermiyor. İsmet İnönü başbakan ve soruna çözüm arayan Londra Konferansı sonuçsuz bitiyor. Türkiye, 1964'ün Haziran ayı başlarında Kıbrıs'a çıkmaya karar veriyor Başkan Johnson’un ünlü mektubuyla bu girişim durduruluyor..
Kısa zaman sonra Amerika Türkiye'de İsmet İnönü'nün yerini alacak bir başbakan aramaya başlıyor ..General Porter diye bir Amerikalı general Ankara'ya bizzat Başkan Johnson tarafından gönderiliyor. Görevi, İsmet Paşa'nın 'hayır' dediği birtakım teklifleri, Türkiye adına kabul edebilecek bir başbakan bulmak... General Porter'in gelişi günlerinde ClA ajanları da Türkiye'de bir anket yapıyorlar..." Metin Toker'e göre aranan, ABD'ye "evet" diyecek bir aday! Aday bulunuyor. , 1965'den beri siyaset sahnesindeki Süleyman Demirel başa geçiyor. Ve işte 22 Ocak 1993 akşamı, Çekiç Güç'e, "Çıban Başı" diyen de işte bu Demirel...
ABD tarafından seçilmiş Demirel, ABD'nin buna benzer başka davranışlarına birçok kez de tepki gösteriyor .. 12 Mart'lar ve 12 Eylül'ler de…. U 2 , Haşhaş meselesinde...
Prof. Dr. İdris Küçükömer, 15 Şubat 1970 tarihli Milliyet Gazetesindeki bir yazısında : «Demirel, kendine özgü deneyleriyle yeni bir denge kurmaya çalıştığında, emperyalizmin bazı sahalardaki oyunlarıyla uyuşmaz bir pratiğe girmiştir. Şimdi Demirel'in ayağının altındaki toprak kaymaktadır.» diye yazıyor
Özeti: ABD oyunun, ancak kendi koyduğu kurallara göre oynanmasını ister. Kural Dışına çıkan oyundan atılır. Demirel iki kez atılmıştır oyundan. Başka olaylar da var, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonunda ambargo ile cezalandırıldık. " anti amerikanizm çığ gibi büyüyordu Halk ABD yanlılarını satılmış, kendine yabancı kişiler olarak görüyordu. Türkiye birçok elin müdahalesiyle toplum bir anda kaosun içine düştü ve öteden beri kaşınan sağ-sol ayırımcılığına eklenen alevi-sünni ayrımıyla debelendi durdu.. Sonuç Türkiye 12 Eylül kıskacındaydı..
Darbe sonrası başa geçen Özal, "ABD, dünyanın sorumluluğunu üzerinde taşıyor, taşıyacak" demişti Bu bakış teslimiyetçi beyinler yetiştirmiştir. Onlar göre ABD'ye karşı çıkmak imkansızdır yanlıştır. Çünkü bağımlılığımız tehlikeye girer. İşte bu nedenle, ABD, Türkiye'yi 'oltadaki balık' gibi görmektedir O nedenle ünlü mektubunda Rockefeller , "Oltadaki balığın yeme ihtiyacı yoktur.” demiştir.
Eğer biz, ABD'nin Ortadoğu'daki çıkarlarının bekçisi olma yerine, ABD'nin o çıkarlarına karşı, ulusal çıkarlarımızı göz önüne alarak bir siyasa saptamış olsaydık, ABD'ye böylesine bağımlı kalmaz... Oltadaki balığa dönmezdik!
Oltada Balık Türkiye
Emin Değer’den derleme
21 Haziran 2016 Salı
26 Mayıs 2016 Perşembe
Bugünlere nasıl ge(tiri)ldik?
“Bugünlere nasıl geldik” sorusu yanlıştır:
Doğru soru “Bugünlere nasıl getirildik?” biçiminde olmalıdır.
1) Cumhuriyet, ekonomik-toplumsal ve kültürel devrimlerini tamamlayamadan İkinci Dünya Savaşı çıktı ve dünya yeniden biçimlendi.
2) Savaş sonrasında Stalin’in Boğazlar ve Kuzeydoğu Anadolu istekleri ortaya çıktı; Türkiye bundan korkarak Batı’ya sığındı. Soğuk Savaş, dinci ve milliyetçi antikomünist ideolojilerle, Türkiye’yi de etkiledi.
3) Cumhuriyet Devrimleri (Atatürk Devrimleri) toplumsal yapıyı, sınıfsal anlamda dönüştüremeden, yani çağdaş sermaye sınıfı ve bunun gelişmesine bağlı olarak işçi sınıfı oluşamadan, bu sınıfların ürünü olan Çok Partili Demokrasi deneyimi başlatıldı.
4) Çok Partili Demokrasi ile seçim kazanarak iktidara gelen Demokrat Parti, Demokrasiyi geliştireceğine boğdu:
a) Sınıfsal olarak toprak ağalığına, yani feodaliteye dayalı idi.
b) İktidardaki CHP’nin muhalifi olarak Demokrasinin temelini oluşturacak Cumhuriyet Devrimlerine karşı bir tavır içindeydi.
c) Toplumun demokratik ilkeler çerçevesinde geliştirilmesini değil, kendisini iktidara getiren yapının o noktada sabitlenmesini hedefliyordu.
d) Demokrasi sayesinde iktidara geldiğini ihmal ederek, tek parti dönemi uygulamalarını örnek aldı.
5) Demokrat Parti’nin demokrasiyi askıya alan Tahkikat Komisyonu aracılığıyla yaptığı sivil darbeye karşı gerçekleştirilen 1960 askeri müdahalesi, özgürlükçü ve topluma aşama atlatan 1961 Anayasası’nı kabul etti. Ama 3 DP liderinin infazıyla, siyasal yaşamda onulmaz yaralar açtı.
6) 1961 Anayasası’nın sola açık tutumundan korkan ve özgürlükçü tutumunu istismar eden Soğuk Savaş dünyasının egemenleri, içerdeki feodal kalıntılar ve sağcı güçlerle ittifak halinde, ülkeyi istikrarsızlaştırıp, 1971 ordu darbesini gerçekleştirdiler; 1961 Anayasası’nın özgürlükçü yapısı hacamat edildi, sol bastırıldı, 3 gençlik lideri infaz edilerek siyasette bir yara daha açıldı.
7) 1971 darbesi de yeterli görülmedi: Soğuk Savaş dünyasının egemen güçleri ve içerdeki antikomünist oluşumlar, ülkeyi yeniden istikrarsızlaştırarak 1980 darbesini hazırladı. 1980 darbesi solu ve demokrasiyi tamamen ezdi; Atatürk’ün adını kullanarak Atatürk Devrimlerini yozlaştırdı, ülkeyi dinci-mezhepçi-ırkçı-milliyetçi yapıya hazırladı.
8) Soğuk Savaş sonrasında ülke, Küresel neoliberalizmle bütünleştirildi. Ortadoğu’nun yeniden biçimlendirilmesi başladı, darbeci-sağcı-dinci iktidarlar, ABD’nin ileri karakolu olma işlevine soyundu; Kürt varlığı, içte terör, dışta yeni devlet oluşumlarına yol açtı..
9) Ve 21. yüzyılla birlikte, soldan arındırılmış, demokratik hak ve özgürlükleri iğdiş edilmiş ülkede, “kullanışlı aptalların” da desteğiyle, uluslararası neoliberalizmle bütünleşmiş olan despotik iktidarın temelleri atıldı.
Askeri darbelerle, sağ iktidarlarla, siyasal cinayetlerle, “içten ve dıştan, itile kakıla, zorla getirildi!”
Artık kendisine saygısı olanların, kendi kaderlerine sahip çıkmaları, demokrasi için savaşmaları gerekiyor.
Emre Kongar
Cumhuriyet Gazetesi
27-5-2016
Doğru soru “Bugünlere nasıl getirildik?” biçiminde olmalıdır.
***
Bugünlere nasıl getirildik? 1) Cumhuriyet, ekonomik-toplumsal ve kültürel devrimlerini tamamlayamadan İkinci Dünya Savaşı çıktı ve dünya yeniden biçimlendi.
2) Savaş sonrasında Stalin’in Boğazlar ve Kuzeydoğu Anadolu istekleri ortaya çıktı; Türkiye bundan korkarak Batı’ya sığındı. Soğuk Savaş, dinci ve milliyetçi antikomünist ideolojilerle, Türkiye’yi de etkiledi.
3) Cumhuriyet Devrimleri (Atatürk Devrimleri) toplumsal yapıyı, sınıfsal anlamda dönüştüremeden, yani çağdaş sermaye sınıfı ve bunun gelişmesine bağlı olarak işçi sınıfı oluşamadan, bu sınıfların ürünü olan Çok Partili Demokrasi deneyimi başlatıldı.
4) Çok Partili Demokrasi ile seçim kazanarak iktidara gelen Demokrat Parti, Demokrasiyi geliştireceğine boğdu:
a) Sınıfsal olarak toprak ağalığına, yani feodaliteye dayalı idi.
b) İktidardaki CHP’nin muhalifi olarak Demokrasinin temelini oluşturacak Cumhuriyet Devrimlerine karşı bir tavır içindeydi.
c) Toplumun demokratik ilkeler çerçevesinde geliştirilmesini değil, kendisini iktidara getiren yapının o noktada sabitlenmesini hedefliyordu.
d) Demokrasi sayesinde iktidara geldiğini ihmal ederek, tek parti dönemi uygulamalarını örnek aldı.
5) Demokrat Parti’nin demokrasiyi askıya alan Tahkikat Komisyonu aracılığıyla yaptığı sivil darbeye karşı gerçekleştirilen 1960 askeri müdahalesi, özgürlükçü ve topluma aşama atlatan 1961 Anayasası’nı kabul etti. Ama 3 DP liderinin infazıyla, siyasal yaşamda onulmaz yaralar açtı.
6) 1961 Anayasası’nın sola açık tutumundan korkan ve özgürlükçü tutumunu istismar eden Soğuk Savaş dünyasının egemenleri, içerdeki feodal kalıntılar ve sağcı güçlerle ittifak halinde, ülkeyi istikrarsızlaştırıp, 1971 ordu darbesini gerçekleştirdiler; 1961 Anayasası’nın özgürlükçü yapısı hacamat edildi, sol bastırıldı, 3 gençlik lideri infaz edilerek siyasette bir yara daha açıldı.
7) 1971 darbesi de yeterli görülmedi: Soğuk Savaş dünyasının egemen güçleri ve içerdeki antikomünist oluşumlar, ülkeyi yeniden istikrarsızlaştırarak 1980 darbesini hazırladı. 1980 darbesi solu ve demokrasiyi tamamen ezdi; Atatürk’ün adını kullanarak Atatürk Devrimlerini yozlaştırdı, ülkeyi dinci-mezhepçi-ırkçı-milliyetçi yapıya hazırladı.
8) Soğuk Savaş sonrasında ülke, Küresel neoliberalizmle bütünleştirildi. Ortadoğu’nun yeniden biçimlendirilmesi başladı, darbeci-sağcı-dinci iktidarlar, ABD’nin ileri karakolu olma işlevine soyundu; Kürt varlığı, içte terör, dışta yeni devlet oluşumlarına yol açtı..
9) Ve 21. yüzyılla birlikte, soldan arındırılmış, demokratik hak ve özgürlükleri iğdiş edilmiş ülkede, “kullanışlı aptalların” da desteğiyle, uluslararası neoliberalizmle bütünleşmiş olan despotik iktidarın temelleri atıldı.
***
Türkiye bugünkü noktaya “kendiliğinden gelmedi”: Askeri darbelerle, sağ iktidarlarla, siyasal cinayetlerle, “içten ve dıştan, itile kakıla, zorla getirildi!”
Artık kendisine saygısı olanların, kendi kaderlerine sahip çıkmaları, demokrasi için savaşmaları gerekiyor.
Emre Kongar
Cumhuriyet Gazetesi
27-5-2016
24 Şubat 2016 Çarşamba
Hep Yoksullar Ölüyor
Haftalardır ölüm haberleriyle yatıyor ölüm haberleriyle kalkıyoruz. Televizyon kanalları ölümleri en ince ayrıntılarıyla evlerimize getiriyor. Genç ölüleri altlarında adları yazılı fotoğraflarından tanıyoruz. Askeri tesislerde şehitler için yapılan veda törenlerini izliyoruz. TV kameraları bizi cenaze evlerine, camiye, mezarlığa götürüyor. Geride kalanların acılarına, dinmeyen gözyaşlarına tanık oluyoruz.
Şehitlerin ortak özelliği çok büyük çoğunluğunun kent çeperlerinde, kasaba ve köylerde yaşayan, günlük ekmek kavgası veren yoksul ailelerden geliyor olmaları.
Anneler, babalar, eşler, çocuklar geleceğe dair belki biraz daha iyi yaşayabilme umutlarını şehit verdikleri oğullarına, eşlerine, babalarına bağlamışlar. Bir anda kirli bir kurşunla yitip gidiyor umutları.
***
Her seferinde kendi kendime soruyorum, savaşlarda niçin hep yoksullar ölüyor diye.
Nasıl oluyor da hiçbir siyaset adamının, hiçbir işadamının, asker veya sivil hiçbir bürokratın oğlu yoksulların şehit düştükleri çatışma alanlarında can vermiyor?
Şehadet, İslam inancında yüce bir mertebeyse eğer bunlar bu mertebeye erişmemek için özel bir çaba mı harcıyorlar?
Ayrıcalıklı bir konumları mı var?
***
Birçok bilge insan savaş üzerine düşünmüş.
“Bütün savaşları dövüşemeyecek kadar korkak olan bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarır.” (Litvanya doğumlu Yahudi asıllı ABD’li yazar Emma Goldman)
“Bütün savaşları dövüşemeyecek kadar korkak olan bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarır.” (Litvanya doğumlu Yahudi asıllı ABD’li yazar Emma Goldman)
“Savaşı zenginler çıkarır, yoksullar ölür.” (Fransız düşünür ve yazar Jean Paul Sartre)
“Savaşın sonunu sadece ölüler görür.” (Yunan filozofu Platon)
“Savaş zamanı, hakikat o kadar kıymetlidir ki, yalanlardan bir duvarla korunur.” (Eski İngiltere Başbakanı Winston Churchill)
“Savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verir.” (İngiliz düşünür Bertrand Russell)
Bu sözler, “savaş” denen ölümcül kapışmanın özünde bir “sınıf çatışması” olduğunu göstermiyor mu?
Çatışmanın her iki tarafında da ölenler hep yoksullar oluyor, dünyanın her yerinde ve bizde olduğu gibi.
***
İçine çekildiğimiz Ortadoğu bataklığındaki çok kanlı, çok ölümlü savaşta savaşı yürütenlere, savaşın daha da kızışmasını isteyenlere bir bakalım. Tümü emperyalist, emperyalizmin işbirlikçisi kapitalist ya da petrol zengini ülkeler.
Savaşa sürülüp canlarını yitirenler ise yoksul Araplar, Türkler, Kürtler, Türkmenler…
Savaşları düşünürken, kapitalizmin bir ürünü olan milliyetçilik kavramı ile değil, “sınıf çatışması”, “emek sermaye çelişkisi”, “sömüren sömürülen”, “emperyalizm”, “kapitalizm” gibi kavramlarla düşünmek gerekiyor.
Doğru sonuçlara ve doğru çözüm yollarına varabilmek için.
Hiç kimse ölmesin diye…
Deniz Kavukçuoğlu
Cumhuriyet
24-02-2016
9 Ocak 2016 Cumartesi
Hayao Miyazaki: Düşünce yoksunları, Anayasa’yı değiştirmemeli
Biraz daha erken doğmuş olsaydım, yurtsever bir genç olurdum
1941 yılında doğdum, ancak Japonya Anayasası’nın kaleme alındığını hatırlamıyorum.(2) Çocukken, Japonya’nın aptalca bir savaş yürüttüğünü fazlasıyla hissediyordum. Zımnen, Japonya ordusunun Çin’de yaptığı korkunç şeylerden gururla bahsedenleri duydum. Aynı anda, Japon halkının hava saldırılarından nasıl da kötü etkilendiğini duyuyordum. Farklı insanlardan farklı şeyler duyduktan sonra, doğduğum ülkenin aptalca şeyler yaptığını düşündüğüm için, Japonya’dan gerçekten nefret etme noktasına geldim.
Dört yaşındayken, savaş sona erdi. Benim savaş deneyimim benden altı yaş büyük olan (Ghibli’nin kurucu ortağı) Takahata İaso’nun yaşadıklarından ya da benden üç yaş büyük olan karımın yaşadıklarından biraz farklıdır. Yine de, bir hava saldırısını ve kentimin nasıl yandığını hatırlıyorum. Savaşı kaybettiğimiz için gururum incindi. Savaş sonrasında, birçok Amerikalı, Japonya’ya geldi ve Japon halkı onların etrafına doluştu, onlara merakla baktı. Ancak, Amerikalılara sakız ya da çikolata sormaktan utanacak bir çocuktum.
Birçok savaş kitabı okudum. Çocukluğumda yayımlanan kitaplar, insanların yaptıklarını nasıl inkar ettikleri ve savaş gerçeğinin düşündüklerimizden ya da bize öğretilenlerden ne

kadar farklı olduğu hakkındaydı. Sadece ön cephelerde kurşun sıkanlar ve savaş sırasında hiçbir zaman “kahraman” olamayacak olanlar değil, farklı geçmişlere sahip insanlar Japon radarlarının ne kadar güvenilmez olduklarını, bütün çabalarına ve fedakarlıklarına karşın herşeyin nasıl da fiyasko ile bittiğini açığa çıkartan hikayeler yayınladılar.
Hiçbir iyi haber yoktu. Savaş gemisinin batmasından sonra, denizcilerin nasıl akıntıya kapıldıklarını ve nasıl kurtulduklarını anlatan hikaye de dahil olmak üzere, duyduğum hikayelerden, bir çocuk olarak, savaşın yurtsever bir savaş olduğunu düşünüyordum.
Sonrasında, Robert Atkinson Westall’ın romanı “The Machine Gunners (1975)”ı okudum ve ne söylemek istediğini anladım. Romanın kahramanları, savaş zamanında, yetişkinlerin “Savaş! Savaş!” çığlıkları ile şaşkına dönmüş, savaşı ciddiye almayan genç erkeklerdi. Romandaki ağırbaşlı eylemler, kahramanın kendisi ile çevresindeki dünya arasında ilişki kurma çabalarıydı. Tahminimce, Westall benden daha büyük. 63 yaşındayken öldü.
Westall’ın kitabını okuduktan sonra, gerçek kimliğimin farkına vardım. Kendi hayatımdan daha değerli, uğrunda kendimi feda edebileceğim bir şeyler olabileceğini düşünürken bulan ve bundan tutku duyan insanlardanım. Eğer, biraz daha erken doğmuş olsaydım, tutkulu bir yurtsever ordu mensubu olurdum. Eğer biraz daha erken doğmuş olsaydım, savaş alanında çatışmak ve ölmek için gönüllü olurdum. Bence, savaşın ne olduğunu ölmek üzereyken anladığınız bir zamandı. Bunun beni şanslı yapıp yapmadığını bilmiyorum ama gözlerim bozuk olduğu için bir suikast görevi için gönüllü olamazdım ama propaganda resimleri ya da karikatürleri yapmam istenebilirdi.

Babam savaş uçağı parçaları üretirdi
Bu benim çocukluk dönemi hatıram olsa da, 1944 sonrasında Japon toplumu ve bir ülke olarak Japonya kendini kaybetti, histerikleşti. Fakat, sadece, bir gerçekçi ve “Dünyayı umursamıyorum.” diyecek kadar nihilist olan babamı dinlemiş olsaydınız, herşey biraz daha farklı gözükebilirdi.
Babam, birçok insanın hayatını kaybettiği, Sumida yerleşimindeki askeri cephaneliğinin yakınındaki Büyük Kanto Depremi’nden kurtuldu. Sadece dokuz yaşında iken, kendi kız kardeşini elleri ile kurtarmış olmaktan ve birlikte kaçmış olmaktan gurur duyuyordu. Tokyo Hava Saldırısı’ndan bir gün sonra da, yakınlarının nasıl olduğu görmek için Tokyo’yu ziyaret etti. Böylece, felaketin etkilerini iki kez görmüş oldu.
Babamın öğrencilik yaşamı, Ozu Yasujiro’nun savaş öncesi filmi “Gençliğin Hayalleri Şimdi Nerede? (1932)” filmini andırıyor. Savaşta, amcası ile yer değiştirerek, mühimmat fabrikasında şef olarak çalıştı. Yakın arkadaşlarının, Japonya’nın savaşı kaybedeceğini söyleyerek onu engelleme çabalarına karşın, bankadan kredi çekti ve fabrikaya yatırdı. Dünyada olup biten hakkında bilgilenmek istemiyordu. Büyük ihtimalle kendisini savaşta yer alan biri olarak görmüyor, fabrikayı sadece işletmecilik açısından ele alıyordu. Hiçbir şeyden pişman olmadı. Geniş bir perspektifi yoktu.
Elbette, silah siparişlerine bel bağlayamazdı ve bu yüzden artık duralüminlerden, savaş sonrasında eşya kalmadığı için satılan, kaliteli olmayan kaşık vb. şeyler üretmeye başladı. Bir işçi sendikası ile anlaşarak, fabrikasını parçalara ayırdı ve geliri çalışanları ile paylaştı. Boş fabrika mekanında, bir dans salonu açtı. İlk yılında dans salonuna gelenler oldu ancak Kanuma’da bulunan salon, Utsunomiya’dan bir tren yolu uzaklığındaydı ve bir süre sonra, müşterilerine pahalı gelmeye başladı ve kapandı. Bunun üzerine, Tokyo’ya geri geldi. Annemi ve babamı Blues ile dans ederken gördüm. Lise öğrencisi iken dans edemediğimi gördüğünde, çok şaşırmıştı.
İnsanlar, bugün, savaştan önce, 1935 yılında, Büyük Kriz nedeni ile ekonominin kötü olduğunu söylüyorlar fakat film endüstrisinin altın çağıydı. Başka bir deyişle, eğer işiniz ve paranız varsa, deflasyon nedeni ile keyfinize bakabilirdiniz. Babam, harika zamanlar olduğunu söylerdi, gerçi, bu durum Tokyo’daki halkın küçük bir bölümü için geçerli olabilir.
Savaş hakkında ne söylediğini biliyor musunuz? Stalin’in Japon halkının suçlu olmadığını söylediğini anlatırdı. Durum buydu. Savaşta sorumluluğu olduğunu söyleyerek onunla sürekli kavga ederdim ancak bu konu hakkında düşünmeye hiç niyeti yoktu. Savaş sonrasında, Amerikalılarla dost oldu, evimize davet etti. ABD’yi Sovyetler Birliği’ne tercih ettiğini söylerdi. Sovyetler Birliği’nden neden nefret ettiğini bilmiyorum ama özgürlükten yoksun olmayı sevmezdi. Özgür bir insandı. (Gülüyor)
‘HER DURUMDA JAPONYA BİR HAYDUTTUR’
Japonya’yı yeniden değerlendirdiğimde, otuzlarımdaydım
Şu an, Hando Kazutoshi’nin “Showa Tarihi (2004)” kitabını okuyorum, oldukça zor bir kitap. Okudukça, Japonya’nın yaptığı korkunç şeyler hakkında daha çok öğreniyorsunuz. Japonya’nın neden diğer ülkelere gittiğini ve oralarda savaştığını anlamıyorum. Alternatif bir yol yok muydu? Mançurya Olayı gerçekleşmemiş olsaydı, Japonya daha farklı olurdu. Rus – Japon Savaşı sonrasında, (Mançurya’nın) Çin’e ait olduğunu söyleyerek Liaodong Yarımadası’na dönmeliydi. Japonya bu seçeneği değerlendirmedi bile. Emperyalizm çağıydı, bu yüzden diğer ülkeler de bu seçeneği değerlendirmedi.
Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa, Hollanda ve ABD, o zamanlar, Çin ile ilgileniyordu. Bu tarihi yok sayamayız ve sadece Japonya’nın hatalı olduğunu söyleyemeyiz. Ancak, Japonya bu güçlere dahil olduğunda, Japonya’nın neden suçlandığını sorgulamak garip geliyor. Her durumda, Japonya bir hayduttur. Annemden, akrabalarımın Mançurya’ya nasıl gittiğini, orada nasıl da gururlu davrandıklarını duydum. Ne zaman bu tür bir hikaye dinlesem, gerçekten, Japon halkının iyi olmadığını düşünüyorum.
Bütün bu nedenlerle, büyüdükten sonra, Japon şarkıları söylemek istemedim. Rus halk şarkıları söyleyerek, sevebileceğim bir memleketim olmasını diledim.(3) Rusya’yı daha çok sevdiğim için değil, katılaşmış inançlarım olmadığı için, inanabileceğim, kendimden daha değerli birşey olabileceğini düşündüğüm için…
Otuzlu yaşlarımda Avrupa gezisinden döndükten sonra, Japonya’yı yeniden değerlendirdim. Avrupa dediğime bakmayın, İsveç’in küçük bir bölümünde gezindim. Fakat, Japonya’ya döndükten sonra, bu adaların bitkilerini ve doğal çevresini ne kadar çok sevdiğimi fark ettim. İnsanlar olmadan, Japonya’nın ne kadar güzel bir ülke olabileceğini düşündüm. Ulusu ya da Japon bayrağını değil, ama Japonya topraklarının – Japonların vatanının – harika olduğunu fark ettim. Zengin ya da yoksul olmamızdan bağımsız olarak, bereketli ve zengin bir çevrede yaşıyoruz. Meiji Tapınağı’ndaki insan yapımı muhteşem ormanı öğreniyordum. Adım adım, toprağın muazzam bir gücünün olduğu bir adada yaşadığımı fark etmeye başladım.

Hando’ya göre, Japonya’nın modern tarihi, kırkar yıllık dönemlere bölünebilir. 1865 yılında ülkenin dışa açılmasından 45 yıl sonra, Japoya, Rus – Japon Savaşı’nı kazandı. Sonrasında, emperyalist, askeri hükumet 40 yıllık bir sürede ülkeyi alt-üst etti. 1945 – 1985 yılları arasında, Japonya’nın ekonomik kalkınma açısından iyi yönetilmiş gibi görülüyor. Şişirilmiş ekonominin çökmesinden sonra, Japonya amaçlarının bilincinde olma yetisini kaybetti ve inişe geçmeye başladı. Eğer Hando haklı ise, “kayıp iki onyıl”dan sonra, yirmi yılımız daha kaldı. (Gülüyor)
Hotta Yoshie, tarih açısından, geçmişin önümüzde gittiğini, geleceğin ise arkamızda kaldığını söylüyor. Bu yüzden, görebildiğimiz, önümüzdeki geçmiş. Halkın, askeri geçmişimizi görmek istemediğini anlıyorum. Fakat, bu ülkede siyasetçi olmak istiyorsanız, bu konu hakkında bilgilenmelisiniz ve kendiniz hakkında öğrenmeyi denemelisiniz. Aksi takdirde, evrensel toplumda kabul görmezsiniz.
Şimdiye kadar yalan söylediğimiz için, yalan söylemeye devam etmeliyiz
Anayasa değişikliğine ilişkin olarak, değişikliğin tamamı ile karşısında olduğumu söylemeliyim. Bu hükumetin, bu düşük oy oranı ile, kargaşayı bir avantaja çevirmesi ve düşünmeden Anayasa’da değişiklik yapmak istemesi kabul edilemez. Gerçekten böyle düşünüyorum.
Kanun açısından konuşursak, Anayasa değişikliği ancak bu hükumetin 96. maddeyi değiştirmesi durumunda mümkündür.(4) Oysa, bu bir sahtekarlıktır. Hükumetin kesinlikle yapmaması gereken bir şeydir. Çünkü, ülkenin geleceğini belirlemektedir, mümkün olduğu kadar çok insanın görüşlerini yansıtmak zorundadır. Çoğunluğun görüşünün her zaman doğru olduğu görüşüne katılmasam da, Anayasa’yı değiştirmek zorundaysak, düzgün bir tartışma yapmak zorundayız.
Ne zaman politikacıların açıklamaları tartışılır hale gelse, hemen yan çiziyorlar ve aslında öyle demek istemediklerini söylüyorlar. Üst düzey hükumet yetkililerinin ve politikacıların tarihsel bilinçlerinin ve bütünlüklü düşünceleri olmadığı görsem dehşete kapılıyorum. Düşünce yoksunu kişiler, Anayasa’yı değiştirmemelidir. Konu hakkında detaylı bir çalışma yapmaksızın, spontan düşüncelerle ya da yüzeysel şeyler söyleyen insanları dinleyerek politika belirliyorlar. Küresel ölçekte konuşup, tam anlamıyla kovulduktan sonra, (Başbakan Abe(5)) aniden düşüncelerini değiştirdi ve 1995 Murayama Anlaşmasına temelde uyacaklarını söyledi. “Temelde” ile ne demek istiyor? Şunu sormak istiyorum, tamamı ile karşı değil miydi? Eminim ki, Abenomics -Başbakan Abe tarafından savunulan ekonomik program – yakında son bulacak.
Elbette, Japon Anayasası’nın 9. maddesi dikkate alındığında, Öz Savunma Kuvvetleri’nin bulunması gerçekten tuhaf bir durum.(6) Tuhaf, fakat, bir karşılığı var. (Öz Savunma Kuvvetleri’ni) ulusal bir ordu haline getirmemeliyiz. Profesyonel askerler, gerçekte, hata yapabilecek olan bürokratik işçilerdir. Öz Savunma Kuvvetleri, felaket bölgelerine gittiğinde ve insanlara yardım ettiğinde etkilenmiştim. Çok sıkı çalışıyorlar ve nazikler. Mecburen Irak’a gittiklerinde, kimseye ateş etmediler ve kimseyi öldürmediler. Olağanüstü olduklarını düşünüyorum. Körfez Savaşı sonrasında, Basra Körfezi’ne mayın tarama gemileri göndermek zorunda kaldılar fakat mayın olmayan bir bölgeyi temizledikten hemen sonra ülkeye döndüler. Hiçbir şey söylemedim, ama duygulanmıştım. Eğer bir savaş başlarsa, Anayasa’yı değiştirip değiştirmeyeceğimizi düşünebiliriz ama şu an öz savunmaya yoğunlaşmalıyız. İlk başlarda geriye düşebiliriz, ancak savaşın başlamasına sebep olmamalı, gereksiz bir düzeyde kendimizi savunmamalıyız. Bu ülkenin halkı, dünya siyasetine aşina olmadığı için, kolayca yanlış yönlendirilebilir.
Uzun zaman önce, İsviçre ve İsveç gibi tarafsız ülkelere imreniyordum. Aklımda, Heidi’nin bu ülkelerde koştuğu fikri vardı sadece. Ancak, gerçekte durum farklı. Bu ülkeler, silahsızlanmış değiller ve gerçekte silahsızlanmamış bir tarafsızlık mümkün değildir. Gerçekçi olarak konuşursak, belirli bir düzeyde silahlanma gereklidir. Ancak düşüncem bunu yapmamaktır. Aptalca gelebilir ama Japonya’nın modern, gelişmiş teknolojiye sahip daha az tankı olabilir. Aslında, Mobile Suit Gundam’ının – Transformers benzeri bir anime robotunun – olması yeterli. (Gülüyor) Bu makinelerin yetenekleri, çok gizli. Şaka şaka.
Her neyse, şimdiye kadar yalan söylediğimiz için, yalan söylemeye devam etmeliyiz. Süreklilik beklentisinde olan insanlar savaş öncesi Japonya’nın haksız olmadığını söylemeye devam edebilirler ancak Japonya haksızdı. Bunu anlatmak zorundayız. Seks kölesi yapılan kadınlar, etnik gururun bir parçası ve bu yüzden Japonya özür dilemeli ve tazminat ödemeli. Bölgesel anlaşmazlıklar için, bölgeyi ya ikiye bölmeli ya da toprağı ortak yönetmeliyiz. Bu meseleler, tartışmaya devam ederek ya da Uluslararası Adalet Divanı’na başvurularak çözülemez. Japonya’nın yaptığı gibi, yayılmak isteyen ülkeler olacaktır. Ancak, her seferinde savaş yaşayamayız. Daha önemli olan, Japonya’nın ekonomik altyapısını değiştirmek için ciddi bir şekilde çalışmasıdır. Çok sayıda nükleer santrallerin olduğu Japonya gibi bir ülkede savaşamayız. Çin’in genişlemesi, ülke içindeki durumdan kaynaklı. Çin’in çelişkileri, dünyanın çelişkileri olduğu için bu sorunu sadece ordumuzu güçlendirerek ve öz savunma kuvvetlerini ulusal bir ordu haline getirerek çözemeyiz.
Asıl önemli olan, ekonominin altyapısını değiştirmektir
Anayasal bir devlet olarak, insan haklarını korumamız önemlidir; bu, Japon Anayasası’nın temelidir. Ancak, tarihçi Horigome Yozo gibi insanlar, Japon halkının temel insan haklarına ilişkin öncelikli bir düşüncesinin olmadığını söylüyorlar. Dünya insan haklarından bahsediyor, ancak bu düşünce Japonlar arasında yer bulmuyor. Horigome, ölmeden önce, herhangi birinin Buddha olabileceğine dair “Buddha doğası” fikrini uygulayabileceğimizi söylemişti. Shiba Ryotaro, şeref (na wo oshimu) fikrini uygulayabileceğimizi önermişti, ancak bunun işe yarayacağı düşünmüyorum. Hoota Yoshie’nin ise tamamen farklı bir düşüncesi vardı. Ben, kültürümüzde Japonların aynı düşünceye sahip olmadığına inansam da, insan haklarından daha iyi bir düşünce yok. Uzak Doğu’da yalıtılmış bir ülke olarak, şimdiye kadar onsuz yapabilirdik ama küreselleştikçe, dünya ile ortak bir dile sahip olmamız gerekiyor. Bu dili, sonrasında, geleneklerimizde ve kültürümüzde bulmamız gerekiyor.
Daha önceden belirttiğim üzere, üzerinde asıl olarak düşünmemiz gereken, ekonomimizin durumudur. İnsanların sadece tükettiği ve herkesin hizmet sektöründe çalıştığı, yediklerimizi, giydiklerimizi, oturduğumuz yerleri üretme isteği duymayan bir ülke yaratamayız. Sayılar (para) için çalıştığımızda nelerin kullanılabileceğine, harcanabileceğine ilişkin gerçeklik duygumuzu kaybediyoruz. Gerçek duygular deneyimlemeye çalışan insanlar var, ama sayıca azlar ve gerçekte işlerin altında ezilmiş durumdalar, eve gidiyor, hiçbir anlam ifade etmeyen işler yapıyorlar; televizyon izliyor ve e-posta okuyorlar.

Bugün, dünyanın her yanına yayılmış olan piyasa odaklı sistem iyi çalışmıyor. 100 yen ile neden üç muz alabildiğimizi sorgulamak zorundayız. Yabancı bir ülkede yapılan giysileri giymek ve tereddütsüz bir şekilde onları fırlatıp atmak garip. Bundan iyi bir şey çıkmaz. Geçmişte, anneler çocukları için giysiler dikerdi, ancak günümüzde birçok anne, iğne iplik kullanmayı bilmiyor. Büyük ihtimalle, nasıl ateş yakılacağını da bilmiyorlar. Eğer kocaları sigara içmiyorsa, çakmakları ya da kibritleri de yoktur. Bu insanların, dünyamızda yaşayabileceklerini düşünmüyorum. Bunlar, düğüm bile atamazlar. Ancak, bunu söylediğimde, zorunlu askerliği yeniden başlatmamızı söyleyen aptal insanlar her zaman çıkacaktır. Büyük ihtimalle benden daha genç olan bu insanlar, zorunlu askerliğin dehşetini hiç yaşamamışlardır. Ellisinde ya da altmışında olan bu insanlara, “ilk önce siz gitmelisiniz” demeliyim. Eğer gitmek istemiyorlarsa, kendi çocuklarını ya da torunlarını gönderebilirler. Ancak, bundan sonra, zorunlu askerliğin ne olduğunu anlayabilirler. Bu insanlar, kendi hayatlarının doğru, diğerlerinin ise yanlış olduğu düşüncesinden uzaklaşmalılar. Zorunlu askerlik en kötüsü. Zorunlu askerliğin, Kore’de genç insanları nasıl kötü etkilediğini hatırlamalıyız. Mesele sadece, belirli sayıda silahı bir araya getirmek ve genç insanlara uygun adımla yürütmek değil. Böylesi kalabalık bir ülkede savaşamayız. Japonya, savaşın yürütülebileceği bir ülke değildir.
Moda olan şeyleri yapmayın
Anayasa ideal olandır ve geliştirilse bile yoksul insanların sayısı azalmayacaktır. Fakat, Anayasa, savaş sonrası dönemde bizleri ve ekonomik gelişme teşviklerini koruduğu için, yabancı ülkelerdeki insanları sömürmüş olsak da, Japonya’da açlıktan ölecek insanları açıkça görüyoruz. Ulusal sağlık güvencesi olmaksızın, hepimizin başı dertte, doktor bile görme şansımız olmayacak. Animasyon endüstrisindeki birçok insan, dişçi göremeyecek. (Gülüyor) Belirli bir döneme kadar, sağcı politikacıların, savaş sonrası dönemde oluşturulan hedeflere ve insanların eşit olduğu bir topluma ulaşmak için çok çalıştıklarını düşünüyorum.
Ekonomi durgunlaşınca, insanlar sosyal güvenlik sisteminin kötü olduğunu söylemeye başlarlar. Her zaman, bu sistemleri çıkarına kullanmak isteyenler çıkacaktır ancak (sosyal güvenlik sistemini) ortadan kaldırmak yanlış olacaktır. Finansal sorun yaşayan yerel yöneticileri ve devlet dairelerini anlıyorum. Özellikle refah başlığında bir sorun yaşıyorlar. Yaşadığım yer olan Saitama’nın bütçesini görünce, ben de benzer şekilde düşünüyorum. Yavaş yavaş daha fakirleşiyoruz. Bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok.
Gelecek umutlarımıza hakkında konuşmak yerine, dikkatimizi mesleklerimizin ne kadar ilginç olduğuna, arkadaşlarımız ile geçirdiğimiz vaktin rahatlatıcılığına, eşimizi gördüğümüzde ne kadar keyifli olduğumuza yöneltmeliyiz. Şu andan itibaren, insanlar, elindekileri, yaşamlarının anlamını bulmak için kullanmalılar. Gelecek için hiçbir garanti yok. Bu bizi neşelendirmiyor. (Gülüyor) İnsanlar, başından beri böyle yaşıyorlar.
İş yerinde, çocuk bakım odası tasarladım. Muhteşem sonuç verdi. Benim için inanılmazdı. Çevremde, küçük çocukların dolaştığını gördüğümde, kendim için bir yere ihtiyaç duydum. Nasıl büyüdüklerini düşündüğümde, kimi zamanlar korksam da, hiç doğmamış olmalarını söyleyemeyiz. Bizler, yeni hayatları kutlayabiliriz, kutlamak zorundayız. Hiçbir şey söyleyemeyiz ama “bir şekilde idare ederiz.”
Japonya nüfusunun azalmasına izin vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Japonya için yeterli nüfus 35 milyon civarında. Tarım alanındaki teknolojik gelişmeleri dikkate aldığımızda, belki biraz daha fazlası olabilir ama 50 milyonu bulamayız. Buna rağmen, şu anda 100 milyon kişiyiz. Bu yüzden, Japonlar animasyon gibi şeyler üretiyor. Animasyon sektörü, küçük bir pazarda yapamaz. Nüfus azaldıkça, animasyon endüstrisi olmayacaktır. “Forever Giants” gülünç geliyor. “Sonsuza dek Ghibli” de olmamalı. Ghibli yapımcısı Suzuki Toshio’nun işleyişi durduğunda, (Ghibli de) bitmeli. (Gülüyor)
Son sözüm, “Moda olan şeyler yapmamaya çalışın.” olacak. Bu animasyonlar için de geçerli, ama eğer modayı takip ederseniz, geç kalırsınız. İnsanlar, kararsız olduklarını söylüyorlar ama insanların kararsız olmadığı bir zaman olup olmadığını sormak istiyorum. Koşullar hala çok fazla değişmedi. Sağlıklı olduğunuz sürece herşey yolunda. Eğer çalışabileceğimiz bir yer olmazsa, onu yaratmalıyız. Başka insanlar endişeli olduğu için endişeli oluyorsunuz. Bu yüzden, insanların bugün yapmakta oldukları şeyleri yapmayı önermiyorum.
Eylül 2014’de Neppu‘da yayımlanan bu röportajın çevirisi soL gazetesi yazarı Utku Çakır tarafından yapılmıştır.
Notlar:
(1) Japon hükumeti, Japonya’nın bir saldırıya uğraması durumunda Silahlı Kuvvetlerin müdahalesine izin veren mevcut anayasada değişiklik yaparak, Silahlı Kuvvetlerin müttefik ülkelerden birine dönük saldırılarda da harekete geçmesine olanak sağlamak istiyor.
(2) Anayasa, 1946 yılında kaleme alındı.
(3) Miyazaki, özel olarak “Огонёк” isimli Rus halk şarkısından bahsetmektedir.
(4) 96. madde, anayasa değişikliği sürecini belirlemektedir: “Anayasa değişikliği önerileri, her Meclis’in toplam üye sayısının üçte ikisinin ya da daha fazlasının müşterek oyu ile Genel Meclis tarafından aktarılır, özel bir referandum ya da Genel Meclis tarafından belirlenen bir seçim yöntemi ile sonrasında onay için halka sunulur, geçerli oyların çoğunluğu şartı aranır.”
(5) Miyazaki, röportajında isim vermiyor. İngilizce çeviri metninde, çevirmen tarafından eklenmiş.
(6) İngilizce Çeviride yer alan not: “Barış Anlaşması” olarak anılan 9. Madde, “Japon halkı, ulusal egemenlik hakkı olarak savaştan ve uluslararası ihtilaflara neden olabilecek tehdit ve güç kullanımından sonsuza dek feragat eder. “ hükmünü içermektedir.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)























