11 Şubat 2014 Salı

Hortlak...

Neden böyle bir ülkede doğdum ki? Neden tüm yaşamım boyunca hep karanlık oldu güzel günler? Ne yaptım da hakkettim bu gerzek, yoz ülkede doğmayı ve en kötüsü yaşamayı?

Uganda’da doğsaydım; en azından bir evim olmayacağını, olsa bile bunun bir nimet olacağını, karnımı doyurduğumda kendimi şanslı hissedeceğimi bilirdim. Hayatım bu döngü üzerine geçer giderdi. Sürprizlerle karşılaşmazdım. İnsan haklarımın olmadığını bilir, bu doğrultuda hayatta kalmaya programlanır ve şanslıysam kalırdım...

Amerika’da ya da Avrupa’da kalburüstü bir ülkede doğsaydım da başıma neler geleceği üç aşağı beş yukarı belli olurdu. Memleketimde olduğu gibi iyi bir üniversiteden mezun olur, bir yerlerde iş bulur, iyi şartlarda bir hayat standardında ve büyük ihtimalle iyi bir yaşam kalitesinde hayat sürerdim. Sonra herkesin bir gün mutlaka olacağı gibi toprak olurdum. Sıkıntılar olmaz denemezdi ama, çok istisnai durumlarla karşılaşma olasılığım pek düşük olurdu.
Yani bu iki ülkede de dünyaya gelsem, nasıl bir hayat süreceğim belli olur, kendimi de o koşullara göre hazırlardım. Ama ne yazık ki kozmik binbir olasılıktan sıyrılıp Türkiye gibi bir ülkede doğmayı başarmışım... Ne ala!

Dönüp şu ülkeye bir bakar mısınız? Sokaklarına, binalarına, otoparklarına, parklarına, bahçelerine, gece hayatına, mekanlarına, toplu taşım araçlarına, trafiğine, sürücülerine, esnafına, doktoruna, garsonuna, lokantalarına, gazetelerine, dergilerine, alışveriş merkezlerine, sinemalarına, tiyatrolarına, müziğine, resmine, sanatına, sokak köpeklerine, hayvanlarına, eğlence merkezlerine, doğasına, ağacına, tarımına, meyvelerine, sebzelerine, gazetecilerine, avukatlarına, hakimlerine, öğretmenlerine, öğrencilerine, üniversitelerine, gençlerine, mühendislerine, yöneticilerine, firmalarına, ihracatına, siyasetçilerine, aydınlarına, karar alıcılarına, devletine, polisine, bakanlarına, başbakanına, muhalefetine, sosyalistlerine, yobazlarına, dincilerine, milliyetçilerine, cemaatlerine, camilerine, eğitimine, okullarına, sporuna, işçilerine, estetiğine, sahillerine, denizine, havasına, suyuna ve en nihayet insanına... Düzeyine... Cımbızla alırsın aralarından iyilerini, güzellerini, doğrularını, dürüstlerini; saygıyı, gerçek sevgiyi, yurtseverliği, yeşili, maviyi...
Her yerde sahtekarlık, her yerde maskeler, her yerde yanlışlar, her yerde haksızlık, her yerde saygısızlık ve sevgisizlik... Ne bekliyoruz ki... Neden umut ediyoruz ki bu güzel memlekette, güzellikleri yaşayabilmek için... Nah buluruz aradığımızı..! Avucumuzu yalarız..! Hortlaklar sarmış her yanı, talan etmişler her yeri... Ördüğün “kalın” duvarlar ne işe yarar ki... İçeride ki güzel insanlar bütünü güzelleştiremiyor ki... Duvarlarıma kafa atıyorlar ve milim milim dökülmeye başladığını hissediyorum. Yaklaşıyorlar...

“Bir yol ormanda ikiye ayrıldı, az gidilen yola saptım; bu da farkı yarattı.”diye bir söz duymuştum babamdan. Öyleyse böylesi bir durumda fark, enseyi karartmamaktır; öyle de olmak gerekir. Ne demiş büyük usta:

İçerdeki adama. 

İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena, 
Dağları, deryaları düşünmek iyi. 
Durup dinlenmeden yazmayı, 
Bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana, 
Bir de ayna dökmeyi. 
Yani içerde on yıl, on beş yıl, 
Daha da fazla hatta 
Geçirilmez değil, 
Geçirilir, 
Kararmasın yeter ki 
Sol memenin altındaki cevahir!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder