Neden böyle bir ülkede
doğdum ki? Neden tüm yaşamım boyunca hep karanlık oldu güzel günler? Ne yaptım
da hakkettim bu gerzek, yoz ülkede doğmayı ve en
kötüsü yaşamayı?
Uganda’da doğsaydım; en
azından bir evim olmayacağını, olsa bile bunun bir nimet olacağını, karnımı
doyurduğumda kendimi şanslı hissedeceğimi bilirdim. Hayatım bu döngü üzerine
geçer giderdi. Sürprizlerle karşılaşmazdım. İnsan haklarımın olmadığını bilir, bu
doğrultuda hayatta kalmaya programlanır ve şanslıysam kalırdım...
Amerika’da ya da Avrupa’da
kalburüstü bir ülkede doğsaydım da başıma neler geleceği üç aşağı beş yukarı
belli olurdu. Memleketimde olduğu gibi iyi bir üniversiteden mezun olur, bir
yerlerde iş bulur, iyi şartlarda bir hayat standardında ve büyük ihtimalle iyi
bir yaşam kalitesinde hayat sürerdim. Sonra herkesin bir gün mutlaka olacağı
gibi toprak olurdum. Sıkıntılar olmaz denemezdi ama, çok istisnai durumlarla
karşılaşma olasılığım pek düşük olurdu.
Yani bu iki ülkede de
dünyaya gelsem, nasıl bir hayat süreceğim belli olur, kendimi de o koşullara
göre hazırlardım. Ama ne yazık ki kozmik binbir olasılıktan sıyrılıp Türkiye
gibi bir ülkede doğmayı başarmışım... Ne ala!
Dönüp şu ülkeye bir bakar
mısınız? Sokaklarına, binalarına, otoparklarına, parklarına, bahçelerine, gece
hayatına, mekanlarına, toplu taşım araçlarına, trafiğine, sürücülerine, esnafına,
doktoruna, garsonuna, lokantalarına, gazetelerine, dergilerine, alışveriş
merkezlerine, sinemalarına, tiyatrolarına, müziğine, resmine, sanatına, sokak
köpeklerine, hayvanlarına, eğlence merkezlerine, doğasına, ağacına, tarımına,
meyvelerine, sebzelerine, gazetecilerine, avukatlarına, hakimlerine,
öğretmenlerine, öğrencilerine, üniversitelerine, gençlerine, mühendislerine,
yöneticilerine, firmalarına, ihracatına, siyasetçilerine, aydınlarına, karar
alıcılarına, devletine, polisine, bakanlarına, başbakanına, muhalefetine,
sosyalistlerine, yobazlarına, dincilerine, milliyetçilerine, cemaatlerine,
camilerine, eğitimine, okullarına, sporuna, işçilerine, estetiğine,
sahillerine, denizine, havasına, suyuna ve en nihayet insanına... Düzeyine...
Cımbızla alırsın aralarından iyilerini, güzellerini, doğrularını, dürüstlerini;
saygıyı, gerçek sevgiyi, yurtseverliği, yeşili, maviyi...
Her yerde sahtekarlık, her
yerde maskeler, her yerde yanlışlar, her yerde haksızlık, her yerde saygısızlık
ve sevgisizlik... Ne bekliyoruz ki... Neden umut ediyoruz ki bu güzel
memlekette, güzellikleri yaşayabilmek için... Nah buluruz aradığımızı..!
Avucumuzu yalarız..! Hortlaklar sarmış her yanı, talan etmişler her yeri...
Ördüğün “kalın” duvarlar ne işe yarar ki... İçeride ki güzel insanlar bütünü
güzelleştiremiyor ki... Duvarlarıma kafa atıyorlar ve milim milim dökülmeye başladığını
hissediyorum. Yaklaşıyorlar...
“Bir yol ormanda ikiye
ayrıldı, az gidilen yola saptım; bu da farkı yarattı.”diye bir söz duymuştum
babamdan. Öyleyse böylesi bir durumda fark, enseyi karartmamaktır; öyle de
olmak gerekir. Ne demiş büyük usta:
…
İçerdeki adama.
İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena,
Dağları, deryaları düşünmek iyi.
Durup dinlenmeden yazmayı,
Bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana,
Bir de ayna dökmeyi.
Yani içerde on yıl, on beş yıl,
Daha da fazla hatta
Geçirilmez değil,
Geçirilir,
Kararmasın yeter ki
Sol memenin altındaki cevahir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder