27 Şubat 2014 Perşembe

Başbakanlar Sebep mi, Yoksa Sonuç mudur?

Sebep mi, Sonuç mu?
Bir haftadır Paris’teyim. Buradan bakınca Türk-Fransız ilişkileri daha iyi görünüyor, iki ülkenin şu anda birbirlerinden ne kadar uzak oldukları çok daha iyi anlaşılıyor. Gerçekten de Türkiye ile Fransa’nın birbirlerinden epeyce uzaklaştıkları bir zaman dilimini yaşıyoruz. Bu durumu ne François Hollande’ın ülkemizi ziyareti, ne de iki ülkenin karşılıklı olarak birbirlerinin toprakları üzerinde gerçekleştirdikleri yatırımların miktarı değiştirebiliyor.
Gerçekten de pek bilinmez, ama bugün Fransa’da 600 bin Türk kökenli insan yaşamakta ve Türk firmalarının bu ülkede 1 milyar dolar yatırımı bulunmakta. Türkiye’nin bütün yabancı ülkelerdeki yatırımının toplamının 20 milyar dolar olduğu düşünülürse Fransa’daki yatırımlarımızın önemi daha kolay anlaşılır.
Buna karşılık Fransa 6.2 milyar dolarlık yatırım ile Türkiye’de faaliyet gösteren ülkeler arasında ön sıralarda yer alıyor.


Ama bütün bu koşullar aramızdaki uzaklığı ve temeldeki görüş ayrılığını azaltmıyor.

İki ülke diplomatlarının, üzerinde en rahatça anlaştıkları konu Suriye endişesi ve Beşşar Esad karşıtlığı.
Ankara da, Paris de, “Esad”sız bir Suriye konusunda hemfikirler.
Onlara göre, Suriye’de olan bitenin baş sebebi Esad.


***
Oysa Esad da tıpkı Saddam gibi, sebep değil sonuç, hiç değilse sebep olduğu kadar, hatta daha fazla sonuç.


Hiç unutmuyorum, Saddam’ın yakalandığı 2003 Ağustosu’nda yine Paris’teydim.
O olay üzerine anlı şanlı İngiltere’nin zeki başbakanı Tony Blair şunları söylemişti:
- Artık, Irak’ta demokrasi çok daha kolay gerçekleşir.

O zamanlar arada sırada katıldığım TV5’teki Kiosque programında Blair’in, bu safılığına değinmiştim:
- Irak’ta Saddam olduğu için demokrasi yok değil, demokrasi kültürü olmadığı için Saddam var. Saddam tek başına sebep olmaktan çok, sonuçtur aslında.
Tabii bu görüş Saddam’ı aklamıyor, ülkenin koşullarını anlatmaya çalışıyordu.
Nitekim Saddam’ın yakalanması Irak’ta demokrasiyi kolaylaştırmadı.
Esad için de durum aynı.

Esad Suriye’deki bütün olumsuzlukların sebebi olmaktan çok, sonucu.
Yani o olduğu için olumsuzluklar var değil, olumsuzluklar olduğu için o var.
Nitekim Esad gitse de yerine en hafifinden başka bir Esad daha beteri daha kötüsü gelecek. Çünkü koşullar uzlaşmacı, demokratik liderler üretmiyor.
Washington bu gerçeği ve yerine bin beterinin gelmesi ihtimalini gördüğü için “illa da Esad gitsin!” politikasından vazgeçti.

Ankara ve Paris de Esad’ın sebep değil, sonuç olduğunu eninde sonunda görecek.


***
Koşulları, demokrasi üretmeyen, tarihsel birikimi ve üretim ilişkileri, demokratik kültürün gelişmesine elverişli olmayan ülkelerde, bütün meydana gelenlerin tek sorumlusu olarak iktidarın tepesindeki kişinin algılanması, ağaca bakmaktan ormanı göremeyen kişinin büyük yanılgısına götürür bizi.


Siyaseti ve tepesindeki adamın tavrını oluşturan, tabii ki bütünüyle olmasa da büyük ölçüde ülkenin nesnel koşulları.
Dilerseniz, Ortadoğu ülkesi Mısır’a bakalım:
Mısır’da demokrasinin bir türlü yerleşememesinin tek müsebbibi Hüsnü Mübarek miydi?

Öyle idiyse, darbeyle yıkılmasından sonra yerine gelen Mursi neden demokrasiyi sağlayamayıp aynı batağa saplandı?
Ya ondan sonra gelen Sisi’nin durumunu nasıl açıklayacağız?..
Azgelişmiş ülkelerin siyasal hayatında hep aynı nakarat egemendir.
- Bundan bir kurtulsak!..
Kurtulunsa da, yerine gelenle birlikte kısa süre aynı koşullarla, aynı nakarat başlıyor:
- Bundan bir kurtulsak!..
Oysa o (kim olursa olsun değişmiyor), sebep değil, sonuçtur nihayetinde.
Bütün bunlardan sonra da tabii ki şu soru kaçınılmaz oluyor:
- Peki, ya Tayyip Erdoğan? O bir sebep mi, yoksa sonuç mu?
Ne dersiniz?


Ali Sirmen
27 Şubat 2014 Perşembe

22 Şubat 2014 Cumartesi

Drink Water on Empty Stomach!

It is popular in Japan today to drink water immediately after waking up every morning. Furthermore, scientific tests have proven its value. We publish below a description of use of water for our readers. For old and serious diseases as well as modern illnesses the water treatment had been found successful by a Japanese medical society as a 100% cure for the following diseases:

Headache, body ache, heart system, arthritis, fast heart beat, epilepsy, excess fatness, bronchitis asthma, TB, meningitis, kidney and urine diseases, vomiting, gastritis, diarrhea, piles, diabetes, constipation, all eye diseases, womb, cancer and menstrual disorders, ear nose and throat diseases.

METHOD OF TREATMENT
1. As you wake up in the morning before brushing teeth, drink 4 x 160ml glasses of water

2. Brush and clean the mouth but do not eat or drink anything for 45 minute

3.. After 45 minutes you may eat and drink as normal.

4. After 15 minutes of breakfast, lunch and dinner do not eat or drink anything for 2 hours

5. Those who are old or sick and are unable to drink 4 glasses of water at the beginning may commence by taking little water and gradually increase it to 4 glasses per day.

6. The above method of treatment will cure diseases of the sick and others can enjoy a healthy life.

The following list gives the number of days of treatment required to cure/control/reduce main diseases:
1. High Blood Pressure (30 days)
2. Gastric (10 days)
3. Diabetes (30 days)
4. Constipation (10 days)
5. Cancer (180 days)
6. TB (90 days)
7. Arthritis patients should follow the above treatment only for 3 days in the 1st week, and from 2nd week onwards – daily..

This treatment method has no side effects, however at the commencement of treatment you may have to urinate a few times.
It is better if we continue this and make this procedure as a routine work in our life. Drink Water and Stay healthy and Active.

This makes sense .. The Chinese and Japanese drink hot tea with their meals not cold water. Maybe it is time we adopt their drinking habit while eating!!! Nothing to lose, everything to gain...

For those who like to drink cold water, this article is applicable to you.
It is nice to have a cup of cold drink after a meal. However, the cold water will solidify the oily stuff that you have just consumed. It will slow down the digestion.

Once this 'sludge' reacts with the acid, it will break down and be absorbed by the intestine faster than the solid food. It will line the intestine.
Very soon, this will turn into fats and lead to cancer. It is best to drink hot soup or warm water after a meal.

A serious note about heart attacks:

• Women should know that not every heart attack symptom is going to be the left arm hurting,
• Be aware of intense pain in the jaw line.
• You may never have the first chest pain during the course of a heart attack.
• Nausea and intense sweating are also common symptoms.
• 60% of people who have a heart attack while they are asleep do not wake up.
• Pain in the jaw can wake you from a sound sleep. Let's be careful and be aware. The more we know, the better chance we could survive...
A cardiologist says if everyone who gets this mail sends it to everyone they know, you can be sure that we'll save at least one life.

11 Şubat 2014 Salı

K-Fuarı ve Türkiye Bağlamı

Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları ortasındayız. Kültürümüz engin ve uyumlu, insanımız sıcak. Bu nedenle de tüm bu kıtalardaki firmalarla aynı anda iş yapabilen bir ülkeyiz. Buna karşın neden Çin’in son yıllarda başardığı gelişimi, bir teknoloji ve üretim merkezi olarak farklı bir boyuta çıkaramıyoruz? Gerçekleştirilemeyecek bir vizyon, imkansız bir ufuk mu?
Böylesi sorulara özgüvenle yanıt vermemizi sağlayan şey bazen dünyanın en büyük sanayi fuarında karşınıza çıkabiliyor…

K-Fuarı’ndaki ortak gözlem
Düsseldorf’un üç yılda bir ev sahipliği yaptığı dev sanayi buluşması K Fuarı, bu yıl 16 Ekim’de kapılarını açtı. Sanayinin lokomotif sektörlerinden olan otomotivin fuardaki ağırlığı hemen fark ediliyordu. Aslında teknoloji üretemeyen bir ülkenin çalışanları olarak, standlar arasında gezinirken gördüğümüz ürünler karşısında şaşkınlık yaşadığımızı söylememiz beklenir. Ancak hiç de öyle olmadı.
K-Fuar’ının hollerinde gezinirken, sektörde omuz omuza çalıştığımız insanlarla sık sık karşılaştık, sohbet ettik. Ortak gözlemimiz, stantlarda gördüklerimizin bizi çok da şaşırtmamasıydı. Teknoloji üretebilme yetisi olan ülkelerin büyük markalarının görücüye çıkardıkları yenilikler ve ürünler, aslında bizim de halihazırda kullandığımız ya da bizden çok da uzak olmayan yaklaşımlardı.  
Gözlemlerimizi, gelişen teknolojiyle paralel olarak ilerlemeye başladığımızın göstergesi olarak okumak gerekir. Henüz teknoloji üretemesek bile teknolojiyi kullanmanın da önemli bir vasıf olduğunu düşünmek, hiç de yabana atılır bir yorum olmayacaktır. Teknoloji gelişimini küçümsememek koşuluyla; akılcı bir eleştiriyle yaklaşmalı, eksik kalan yanımızı da gözümüzde çok büyütmemeliyiz. Asla kapatılamaz bir açığımızın olduğunu kabul etmemiz, kendimizi anlamsız bir biçimde baltalamak olacaktır.

Göz kamaştırıcı bir fuar organizasyonu
Fuar -plastik ve kauçuk üretimi, şekillendirmesi başta olmak üzere- konuyla ilgili yan sektörlerle birlikte, bir çok firmayı tanıma, yeni bağlantılar kurma ve ilişkileri güçlendirme fırsatı sundu. Yeni teknolojilerin görücüye çıkarıldığı ve 3 yılda bir yapılan fuar, yine göz kamaştırıcıydı.
Hazırlanan broşürlerden, düzenine; internet sitesinden, akıllı telefon uygulamalarına; ulaşım olanaklarından, restoranlara kadar bir çok noktada örnek bir fuardı. Umarım gelecekte benzer büyüklükte organizasyonlar Türkiye’mizde de düzenlenir.
Bu noktada fuarda dikkatimi en çok konu olan teknoloji geliştirme ve uygulaması üzerine yoğunlaştırmak, buna biraz kafa yormak istiyorum. Böylelikle öğrenme noktaları çıkarmaya ve çözüm önerileri getirmeye çalışacağım. Otomotiv sanayisinde plastik enjeksiyon bazlı çalışan firmalardan biri olan Farplas A.Ş’de çalıştığım için, bakış açımı bu doğrultuda tutacağım.

Sektör bileşenlerinin sinerjisi = inovatif ürün
Fuarda asıl odaklandığım konu, araç hafifletme mantığında güçlerini birleştirmiş firmaların beraberce ürettiği teknoloji ve ürünlerdi.
Teknolojinin akılalmaz ilerlemesiyle birlikte, gerçekleştirilen ilerlemelerin tümüne aynı anda (sektörde ne kadar büyük oyuncu olursanız olun) adapte ve hakim olmak artık pek de mümkün görünmüyor. İşte bu nedenle, oyuncuların oluşturduğu konsorsiyumların yarattığı sinerji önemli bir işarettir.
Plastik hammadde üreticileri, plastik enjeksiyon makine üreticileri, kalıp teknoloji üreticileri, üniversiteler ve proses geliştirmeci firmaların bir araya gelerek yarattıkları bu sinerji, oldukça inovatif yaklaşımlar sağlamış ve olayı bütünüyle görme adına işe yaramışa benziyor. Dolayısıyla “Ben yaptım, oldu.” yaklaşımı, bırakın ülke yönetim tarzını, teknoloji içinde bile geride kalmış; katılımcı yaklaşımların daha iyi bir strateji olduğu net bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bu şekilde riskler azaltılıyor, maliyetler düşüyor, her şey daha kolay yönetiliyor ve tüm bunlar da sonuç olarak daha iyi bir ürünün ortaya çıkma olasılığını ciddi biçimde arttırıyor.

Türkiye sanayisinin durumu
Türkiye’nin sanayileşme süreci belki kuruluş yıllarında yapılan atılımlarla başladı; ancak özellikle lokomotif sektör olan otomotivin geçmişinin son 10-15 yılla sınırlı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Analizi basitleştirmek ve daha anlaşılır kılmak için, dünyada belki de en önemli sektör olan otomotiv için, bu perspektiften konuyu irdelemek daha doğru olacaktır.
Türkiye’de konumlanmış otomotiv yan sanayi kuruluşları özellikle son yıllarda ciddi bir atılım göstermiş, üretim anlamında verimliliği ve düşük maliyetli insan gücünü de kullanarak dışsatımı arttırmıştır ve bu artış sürmektedir. Tabi ki bu büyümede ana sanayilerde “yerlileştirme” adı verdiğimiz maliyet düşürme ve yetkinlikleri arttırma projelerinin önemi yadsınamaz.
Ülke olarak iç dinamikleriniz yeterli değilse, dışsatımı sanayi gelişimimizin en önemli parametresi olarak görmek hiç de kısır bir yaklaşım olmaz. Bunun yanında, firmalar, katma değeri yüksek ürünler üretme konusunda da ellerindeki olanakları zorlamaya çalışmaktadır. Ancak tabi ki, Türkiye’deki çarpık ve plansız ilerlemeyi de görmezden gelmemeliyiz.
Bu doğrultuda düşünüldüğünde Türkiye’nin zincirdeki yerini anlayabilmek, doğru ve gerçekçi bir analiz -geniş bir bakış açısıyla- dünyayı algılamaya çalışmaktan geçiyor. Durumumuzun ne ülke yönetiminin belirttiği gibi parlak, ne de bu teze muhalif olanların belirttiği kadar da berbat olmadığını görmemiz gerekiyor. Kişisel olarak, potansiyelimize göre normalin altında olduğumuzu düşünüyorum.
Her iki tezin de bizi bir yere taşıması olanaksız. Sorun olmadığını düşünüyorsanız, gelişemezsiniz. Bulunduğunuz durumdan çok daha kötü olduğunuzu düşünüyorsanız, gelişim için gereken motivasyonu ve işbirliğini kolay kolay sağlayamazsınız. Bu nedenle durum analizini bilimsel verileri kullanarak yapmalıyız. Sorunu doğru tanımlamalı, çözüm yollarını çoğulcu ve akılcı bir biçimde ortaya koymalıyız. Ve en sonunda bu çözümleri gerçekleştirebilecek, zorlayıcı bir hedef tarih belirleyerek ilerlemeliyiz. Süreç içinde çıkan sıkıntıları da -durum ve ilerleme raporlarıyla- gerçeğe ve hedefe uygunluk bağlamında kontrol etmeli; gerekli durumlarda güncellemeler ve düzeltmeler yapmalıyız. Sektör ne olursa olsun, projeler bu mantıkta yönetilirler. Yukarıda belirttiğim kilometre taşlarından ödün vermek, projenin başarısını negatif anlamda etkileyecektir.

Çözüm adımlarını sıralamak
Türkiye olarak, özellikle otomotiv sektörü zincirinde yerimizi sağlamlaştırmak, vazgeçilmez çarklardan biri olmak için zaman kaybetmeden atılması gereken adımları atmamız gerekiyor. Bu doğrultuda önümüze çıkan ön önemli olgunun patent savaşları olduğunu düşünüyorum. Teknoloji üretmek ve satmak istiyorsanız, öncelikle bu sorunsala vizyoner ve akılcı yaklaşmak durumundasınız.

Üniversitelerin ve daha doğru bir saptamayla eğitim sistemimizin bu doğrultuda köklü biçimde değişmesi, bu noktada çözüm önerilerinin başında yer almalıdır. Maalesef, sanayi ile üniversite arasında sağlanan entegrasyon daha emekleme dönemindedir ve en başta düşünülmesi gereken konudur. Üniversite eğitiminde teorik bilgilerle şişirdiğimiz mezunlar, çalışmaya başladıklarında her şeye sıfırdan başlamakta, birçoğu bu nedenle motivasyonunu kaybetmekte ve adapte olamamaktadır. Bu da kapasitelerinin yeterince kullanılamamasına, ciddi bir iş verimi kaybına ve ülke olarak zaman kaybetmemize neden olmaktadır. Devlet politikasının, gelişen teknolojiye uygun biçimde, sektörel beklentilere göre çizilmesi ve üniversite yönetimleriyle 3-6-12 aylık toplantılarla, vizyon birlikte belirlenmelidir. Üniversite sıralarında verilen dersler ve içerikleri ancak Türkiye vizyon belirleyicilerinin ortaklaşa alacağı akılcı kararlarla düzeltilebilecektir.

Bu konuda, üniversite öğrencileri ve öğretim görevlilerinin sanayi kuruluşlarında eşzamanlı olarak çalışmalarının sağlanması, öneri olarak sunulabilir. Bir aylık ciddiyetsiz stajlar yerine daha uzun soluklu çalışma fırsatları yakalanabilirse; mezun olan öğrencilerin adaptasyon süreci ve birim zamanda katacakları yarar önemli ölçüde arttırılabilir. Bunu uygulayan Almanya’nın teknoloji üretiminde ve bu konudaki liderliği açıkça görülmektedir.

Çok çalışmak mı lazım?
Yunanistan’da çalışan bir kişi yılda ortalama 2000 saat; bir Alman ise 1400 saat çalışmaktadır. Ancak verimlilik olarak değerlendirildiğinde Almanların %70 daha fazla verimlilikte çalıştıkları görülmektedir. Bu verinin, “Çok çalışmak lazım!” tezini doğrudan çürüttüğü açıktır. Gelişim için çalışkanlık önemli bir özellikse de, verimlilik ekseninde değerlendirilmeden bir sonuca varmak tehlikeli olabilir. Performans değerlendirme yöntemleri bu noktada önemli bir kontrol mekanizması sağlayabilir. Geliştirilen projeler de mutlaka bir yatırım kalemi olarak görülmelidir.

Bir örnekleme de Türkiye kalıpçılığı üzerine
Bir başka örnek de plastik ürün üretim sektörü için gerekli olan işgücü için verilebilir. Maalesef Türkiye’de, bu sektörde temel öğelerden biri olan kalıp konusunda, bölümü olan bir üniversite bulunmamaktadır. Sanayide kullanılan her parçanın üretimi için gerekli olan kalıp, nasıl olur da es geçilmektedir, anlam vermek güçtür. Gazi Üniversitesi’nde bulunan kalıp öğretmenliği bölümünün, yerini başka bir bölüme bırakmasıyla bu konuda hiç bir öğretim kurumu kalmamıştır. Kalıp üretim teknolojisi gibi kilit bir dalda, ciddi işgücü sorunu yaşanmaktadır. Kalıpçılar bu konuda oldukça sıkıntılı ve sürdürülebilir başarı elde etme konusunda kaygılıdırlar.

İşte bu nedenle örneğin otomotiv plastik enjeksiyon sanayisi için gerekli olan enjeksiyon kalıplarının neredeyse %80’ni dışalım yoluyla Çin, Almanya, Portekiz gibi ülkelerden almaktayız. Bunun nedeni ise teknik olarak Türkiye’de yapılamaması değil; tedarikçilerin kapasite ve finansal yetersizliğidir. Üst düzey kalıp teknolojileri konusunda tabi ki dışa bağımlılık devam etmektedir; ancak sektör gelişimiyle bu sorun da ortadan rahatlıkla kaldırılabilir.

Konuyu karmaşık hale getirmek, çözümsüzlük batığına sokmak kolaydır. Bir an devletin Türkiye’deki kalıpçılara ciddi bir biçimde teşvik verdiğini; çalıştırdığı her mühendis için bu teşviği arttırdığını düşünelim. Bu şekilde kalıpçıların yeni mezun mühendislere daha iyi maaşlar verdiğini, gelecekte hem kariyer hem de kazanç olarak daha iyi olanaklar sağlayabileceği yapıyı oluşturduğunu varsayalım. Ancak bu dinamizmle sektörel gelişim sağlanabilecek ve sektör tercih nedeni haline gelecektir. Aksi durumda, üniversitede 4-5 yıl mühendislik okuyan mühendis adayları; bankalarda ve satış firmalarında, diğer sektörlere kıyasla 2 kat fazla maaşları ister istemez tercih edecek; üniversite öğrenimi süresince edinilen bilgi, devletin ayırdığı kaynaklar ve verilen emek kaybedilecektir.

Potansiyelimiz kıtaları aşacak güçte
Ülkemizin kaynaklarını anlamsız biçimde çarçur etmek bu kadar kolay olmamalıdır. Kaynaklarımızı doğru kullanmazsak üretim verimliliğimiz düşer. Üretimi geliştiremeyiz. Üretimi geliştiremeyen ülkelerde artı değer tamamen satış yapan firmalara kayar ki, bu da üretim yapan firmaların yerinde saymasına neden olur. Bu temel bir kısır döngüdür.  Bu nedenle de biz hep bağımlı bir ülke olarak, edilgenliğimizi sürdürür dururuz. Geleceğimiz için verilecek kararlar -bugün olduğu gibi- hep sınırlarımız dışında alınır. Biz de sıranın ne zaman bize geleceğini hayal eder dururuz. Çünkü hiçbir zaman gelmeyeceğini kabul etmek ağırdır...

Bitirirken, potansiyelimizin yerinde olduğunu kabul etmeli; ancak bu potansiyeli harekete geçirmek için de akılcı ve bilimsel çözümler üretmemizin zorunlu olduğunu da  görmeliyiz.

Kültürel olarak da çok önemli avantajlarımız var. Her kültüre kolayca adapte olabiliyoruz. Gerek Uzakdoğulu gerek Avrupalı firmalarla aynı anda çalışabiliyor ve uyum sağlayıp başarılı olabiliyoruz. Bu ise güçlü bir kültürel mozaiğe sahip olduğumuzun en önemli göstergelerinden yalnızca biri. Birlikte hareket edemediğimiz, kişisel çıkarlarımızı ülke çıkarlarının önünde tuttuğumuz, bilimsel gelişimi ve geleceği okul sıralarına indirgeyemediğimiz için sonuç alamıyoruz. Belki de ülkemizin her karışını, güzelliklerini, insanlarını, çocuklarımızı hesaba katmadan ve gerçek anlamda sevmeden aldığımız kararlarımızdır yerinde sayma nedenimiz...


Neden Çin’in son yıllarda başardığı gelişimi; Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının ortasında, bir teknoloji ve üretim merkezi olarak farklı bir boyuta çıkaramıyoruz? Zor; ancak gerçekleştirilemeyecek bir vizyon olduğunu kim söyleyebilir?

29-11-13

Hortlak...

Neden böyle bir ülkede doğdum ki? Neden tüm yaşamım boyunca hep karanlık oldu güzel günler? Ne yaptım da hakkettim bu gerzek, yoz ülkede doğmayı ve en kötüsü yaşamayı?

Uganda’da doğsaydım; en azından bir evim olmayacağını, olsa bile bunun bir nimet olacağını, karnımı doyurduğumda kendimi şanslı hissedeceğimi bilirdim. Hayatım bu döngü üzerine geçer giderdi. Sürprizlerle karşılaşmazdım. İnsan haklarımın olmadığını bilir, bu doğrultuda hayatta kalmaya programlanır ve şanslıysam kalırdım...

Amerika’da ya da Avrupa’da kalburüstü bir ülkede doğsaydım da başıma neler geleceği üç aşağı beş yukarı belli olurdu. Memleketimde olduğu gibi iyi bir üniversiteden mezun olur, bir yerlerde iş bulur, iyi şartlarda bir hayat standardında ve büyük ihtimalle iyi bir yaşam kalitesinde hayat sürerdim. Sonra herkesin bir gün mutlaka olacağı gibi toprak olurdum. Sıkıntılar olmaz denemezdi ama, çok istisnai durumlarla karşılaşma olasılığım pek düşük olurdu.
Yani bu iki ülkede de dünyaya gelsem, nasıl bir hayat süreceğim belli olur, kendimi de o koşullara göre hazırlardım. Ama ne yazık ki kozmik binbir olasılıktan sıyrılıp Türkiye gibi bir ülkede doğmayı başarmışım... Ne ala!

Dönüp şu ülkeye bir bakar mısınız? Sokaklarına, binalarına, otoparklarına, parklarına, bahçelerine, gece hayatına, mekanlarına, toplu taşım araçlarına, trafiğine, sürücülerine, esnafına, doktoruna, garsonuna, lokantalarına, gazetelerine, dergilerine, alışveriş merkezlerine, sinemalarına, tiyatrolarına, müziğine, resmine, sanatına, sokak köpeklerine, hayvanlarına, eğlence merkezlerine, doğasına, ağacına, tarımına, meyvelerine, sebzelerine, gazetecilerine, avukatlarına, hakimlerine, öğretmenlerine, öğrencilerine, üniversitelerine, gençlerine, mühendislerine, yöneticilerine, firmalarına, ihracatına, siyasetçilerine, aydınlarına, karar alıcılarına, devletine, polisine, bakanlarına, başbakanına, muhalefetine, sosyalistlerine, yobazlarına, dincilerine, milliyetçilerine, cemaatlerine, camilerine, eğitimine, okullarına, sporuna, işçilerine, estetiğine, sahillerine, denizine, havasına, suyuna ve en nihayet insanına... Düzeyine... Cımbızla alırsın aralarından iyilerini, güzellerini, doğrularını, dürüstlerini; saygıyı, gerçek sevgiyi, yurtseverliği, yeşili, maviyi...
Her yerde sahtekarlık, her yerde maskeler, her yerde yanlışlar, her yerde haksızlık, her yerde saygısızlık ve sevgisizlik... Ne bekliyoruz ki... Neden umut ediyoruz ki bu güzel memlekette, güzellikleri yaşayabilmek için... Nah buluruz aradığımızı..! Avucumuzu yalarız..! Hortlaklar sarmış her yanı, talan etmişler her yeri... Ördüğün “kalın” duvarlar ne işe yarar ki... İçeride ki güzel insanlar bütünü güzelleştiremiyor ki... Duvarlarıma kafa atıyorlar ve milim milim dökülmeye başladığını hissediyorum. Yaklaşıyorlar...

“Bir yol ormanda ikiye ayrıldı, az gidilen yola saptım; bu da farkı yarattı.”diye bir söz duymuştum babamdan. Öyleyse böylesi bir durumda fark, enseyi karartmamaktır; öyle de olmak gerekir. Ne demiş büyük usta:

İçerdeki adama. 

İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena, 
Dağları, deryaları düşünmek iyi. 
Durup dinlenmeden yazmayı, 
Bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana, 
Bir de ayna dökmeyi. 
Yani içerde on yıl, on beş yıl, 
Daha da fazla hatta 
Geçirilmez değil, 
Geçirilir, 
Kararmasın yeter ki 
Sol memenin altındaki cevahir!