28 Aralık 2017 Perşembe

Ödünleşme (Trade-off) Basitçe Nedir? Kaynak İsrafı Nasıl Tanımlanır?

HAYAT DERSİ

İktisat öğrenme “ödünleşme” (trade-off) kavramını anlamakla başlar. Daha ilk derste hocalar tahtaya, biri yatay diğeri onu kesen düşey iki çizgi (eksen) çizer. Yatay çizginin ucuna ‘tereyağ', dikey çizginin ucuna “silah” yazar. İki eksenin kesiştiği “sıfır” noktasının önüne hilale benzer bir eğri oturtur. Sonra bu eğrinin çeşitli noktalarından iki eksene uzanan düz hatlar indirir. Başlar anlatmaya: Görüyorsunuz, indirdiğim düz hatların eksenleri kestiği noktalar, yatayda sıfır noktasından ne kadar uzağa giderse, düşeyde sıfır noktasına o kadar yaklaşıyor. Bunun anlamı “çok tereyağ yemek isteyen, az silah üretir” veya “çok silahlanmak isteyen, az tereyağ yer” demektir der. Bir kişinin veya ülkenin fakirlik veya zenginlik düzeyi ne olursa olsun, elindeki kaynak miktarının bir sınırı vardır. En sınırlı kaynak da vakittir. “Vakit, nakittir” özdeyişini hatırlayın. Tüketim veya yatırım harcaması olması fark etmez; belli şeylere çok para/zaman harcamak istenirse, diğer şeylere harcanacak para/zaman azalır. İşte buna “ödünleşme” denir. Bu tercihin objektif doğrusu yoktur. İktisat okumayan da hayat okulunda bunu öğrenir. Ama bir şeyi öğrenmez. İkisini de aynı anda isteyen, ikisinden de mahrum kalabilir. Buna da kaynak israfı denir.

MAKSADA GÖRE DAVRANMAK
Bir zamanlar Başbakan Adnan Menderes'in iktisat danışmanlığını yapmış olan Profesör Memduh Yaşa (1919 Siirt-2014 İstanbul) ile bazı yönetim kurullarında birlikte görev yaptık. Memduh Hoca “eski yazı” bilirdi. Ben, kelimelerin etimolojisini çok merak ederim. Memduh Bey'e “Hocam, iktisat herhalde k-s-t (kısıt) tan türemiştir, değil mi?” dedim.  Uydurma, iktisat kelimesinin son harfi “t” değil “d” dir. Kökü “k-s-d” dir. Bu kökten türemiş kelimelerin başında kasıt(d) ve maksat(d) gelir dedi. Zihnimde bir pencere açıldı. Demek ki; iktisadi davranmak, maksada göre hareket etmek demekmiş. Maksat farklı olunca, kaynak tahsisi de farklı oluyordu. Kaynak tahsis kararı, karar alıcının maksadına göre olur. Belli bir maksadı olan kişinin aldığı harcama kararı, maksadı başka olan kişininkine uymaz. Aslında her ikisi de iktisadi (maksada uygun) davranmıştır. İşin bu yanı hesaba katılmazsa, kolayca “insanlar her zaman iktisadi davranmaz” diye hatalı bir hükme varılabilir.  Oysa insanlar fıtraten “homo ekonomikus” tur. Her zaman kendi tercihlerine göre iktisadi davranır.

AMAÇLAR AYNI, ÖNCELİKLER FARKLI OLABİLİR
Pek tabii, nihai amaç hem halkın daha çok tereyağ yemesi, hem de daha güçlü bir orduya sahip olmaktır. Bir başka değişle amaç, hem daha çok “tüketim” hem de daha çok “yatırım” yapmaktır. Zaten iktisadi kalkınma da budur. Kişilerin, firmaların ve kamunun aldığı her “kaynak tahsis kararı” özneldir. Yani subjektiftir. Bir alana ayrılan kaynağın çok olması, diğer amaçlardan tamamen vazgeçildi anlamına gelmez. Karar alıcı diğer amaçlardan muhtemelen vazgeçmemiştir. Onun yaptığı yapılacak işleri öncelik sırasına sokmaktır. Öncelik tercihleri farklı insanlar, diğerlerinin kararlarını “şimdi bunun sırası mı?” diye eleştirir. Buradan da anlaşılır ki; bir iktisadi kararı eleştirenler, karar alıcının maksadını hepten ret etmese de, kaynak tahsisinin “öncelik sırasını” uygun bulmayabilir.

Son söz: Empati olmazsa, sempati de olmaz.

Ege Cansen
Sözcü
28-12-2017

27 Aralık 2017 Çarşamba

Son KHK neyin semptomudur?

696 sayılı KHK, “iç savaş”, “linç”, “sokağa yargı muafiyeti” gibi korkutucu kavramlarla defalarca analiz edildi, eklenecek bir şey kalmadı. Ben bu KHK’ye bir başka açıdan bakmak istiyorum.

Ne gerek vardı? 
Bu ülkede keyfi, sınırsız güç kullanabilen, neredeyse hesap sorulması olanaksız, ağır silahlara sahip son derecede etkili bir polis gücü, orduyu iç güvenlik aracı olarak kullanma geleneği var. Geçen yıllarda, tankların kentlere girerek Suriye iç savaşını aratmayan görüntüler yarattığına da şahit olduk. Siyasi bir davada, siyasi savunma yapmak, Ahmet Şık’ın örneğindeki gibi engellenebiliyor. Kadına, çocuğa yönelik fiziki, cinsel şiddet çoğunlukla cezasız kalıyor. Kadına yönelik simgesel şiddet, din adına konuşanların ağzından, medyada hem de en müstehcen biçimleriyle kendini sergiliyor. Kısacası, iktidarın kendisine karşı olanlara, iradesini sorgulayanlara yönelik açık, fiziki ve simgesel şiddet kullanmasının önünde bir engel yok. 


Öyleyse, son derecede muğlaklaşmış darbe ve terör kavramları üzerinden, iktidar yanlısı sivillere, değerleriyle uyuşmayan, arzularıyla çelişen, “öteki”üzerinde, fiziki şiddet uygulama ayrıcalığı getiren 696 sayılı KHK’ye ne gerek vardı? Bu KHK, hangi hastalığın semptomudur?

Deniz bitti de ondan... 
Kapitalist toplumda egemen sınıfın iktidarı (arzularını topluma dayatma anlamında diktatörlüğü), rıza alma ve şiddet uygulama kapasiteleri arasındaki diyalektik ilişki üzerinde durur. Egemen sınıfın rıza alma kapasitesi yüksek olduğu oranda, “demokratik” yöntemler geçerlidir. Rıza alma kapasitesi düştükçe şiddetin dozu artar, ucu faşizme kadar uzanan, örtülü, açık diktatörlükler gündeme gelir. 

Türkiye’de bugün iktidarda olan “Siyasal İslam”ın (Sİ) AKP’de temsil edilen egemen sınıfı (dinci entelijansiya) 2000’lerde başlattığı “pasif devrim”sürecinde, başlangıçta, “kandırdığı”(?!) güçlerin desteğini giderek kaybetti. Kaybettikçe de toplumda rıza alma kapasitesi zayıfladı. Zayıfladıkça da şiddetin dozu giderek arttı. Nihayet Sİ’nin rıza alma kapasitesinin sınırları, Gezi olayı, Haziran seçimleri, Anayasa referandumu gibi eşiklerde kesin ve aşılamaz çizgilerle belirlendi. Sİ, bunca yıllık iktidarının topluma dayattığı dönüşümlere, dindarlığı bir kimlik sorununa dönüştürmesine karşın (belki de tam da bu yüzden), seçmenin yarısından fazlasının, nüfusun çoğunluğunun rızasını almayı başaramadı. Geldiği noktada, olağan koşullarda seçimleri kazanamayacağını anladı. Rıza alma kapasitesini genişletememe sorunu da giderek alınmış rızayı koruma sorununa dönüşmeye başladı. 


AKP’de temsil edilen Sİ’nin egemen sınıfı, şimdi kendi tabanından (rıza aldığı kesimi) kaybetmeye başlama riskiyle yüz yüzedir. Diğer taraftan, dindarlığı birkimlik haline getirmiş olmanın olanaklarından yararlanmaya devam etmekle birlikte, alınmış rızayı koruyan maddi kaynaklar hızla tükeniyor, aynı anda, siyasal İslam içindeki sınıf farklılıkları (yolsuzluklar), yönetim beceriksizlikleri daha bir görünür olmaya başlıyor. İktidar söylemini, şoven milliyetçilikle, Kemalizmle takviye çabası Aydınlanma’nın kavramlarını içeri sızdırarak zayıflatıcı etki yapıyor. Özetle AKP’de temsil edilen siyasal İslamın egemen sınıfının kendi tabanına verecek ekonomik ve simgesel/kültürel yeni bir şeyi kalmadı. 696 sayılı KHK, alınabilecek rızanın sınırına dayanmış olmakla,alınmış olan rızayı koruyacak araçların tükenmeye başlamış olması arasındaki çelişki ile, dinin bir kimlik sorununa dönüşmüş olması arasındaki ilişkinin bir semptomudur. 


Sİ’nin egemen sınıfı, tabanına, daha fazla ekmek veremiyorum ama, “ötekine”şiddet uygulama ayrıcalığı vererek, “devletin şiddet kullanma tekelini seninle paylaşmaya başlıyorum” diyor. Böylece, bu egemen sınıf, iktidarda kalabilmek için, bir egemen sınıfın verebileceği en büyük, en riskli tavizi vermiş oluyor. Bu noktada aklıma şeytanın uyarısı geliyor “ne istediğine dikkat et bakarsın gerçekleşir”. 


Bu noktada muhalefete de, evet “susmanın bedeli ölümdür” ama, “lafla da peynir gemisi” yürümez demek gerekiyor!

Ergin Yıldızoğlu
Cumhuriyet
28/12/2017