18 Kasım 2015 Çarşamba

Terörle İlgili İstatikler

Türkiye 162 ülke arasında terörde önlerde: 27. sırada
 
Her yıl açıklanan terörizm göstergeleri raporunun 2014 bilgilerine bakıyorum. Yıldan yıla artan bir eğilim söz konusu. 2014’te terör kurbanlarının / öldürülenlerin sayısı bir önceki yıla göre (18.111) yüzde 80 artarak en yüksek düzeye, 32.658’e ulaşmış. 2013’te de terör 2012’ye göre yüzde 61 artmıştı... Yani düzenli bir fazlalaşma! Bugünün rakamı, 93 ülkede 13.370 saldırıyı kapsıyor.

Terörün dünyaya maliyeti de hesaplanmış: 52.8 milyar ABD Doları. Bugüne kadarki zirve rakam.
 
2000 yılına göre maliyet artışı 10 kat..

Bulguları rapordan özetliyorum(*):
2000’den bugüne 61.000 terör saldırısı ve 140.000’i aşan ölüm.
Bu terör kurbanlarının yüzde 78’i ve terör saldırılarının yüzde 57’si 5 İslam ülkesinde gerçekleşmiş: Afganistan, Irak, Nijerya, Pakistan ve Suriye.
 
Sanırsınız ki en çok ölenler Suriye’de. Hayır Irak’ta: 9.929 kişi. Ve en çok saldırı da bu ülkede olmuş. 2003’te Amerika ve Batı bu ülkeyi yalan kimyasal silah haberleriyle parçalamıştı. İngiliz yardakçı, eski üçüncü yolcu başbakanı da, yakınlarda itiraflarda bulunmuştu. 2003’ten beri bitmek bilmez bir saldırı ve ölüm kâbusu içinde yaşıyor Irak.
Saldırıların yarısından fazlası (yüzde 51’i) Boko Haram örgütü ve IŞİD tarafından gerçekleştirildi.
 
Boko Haram ve IŞİD başrollerde

Boko Haram 453 saldırıda 6.643 kişiyi öldürmüş. Tabii bunların yüzde 77’si sivil insan.

IŞİD ise 1071 saldırıda 6.073 kişiyi öldürmüş, ölenlerin yüzde 44’ü sivil... IŞİD 100 kadar ülkede faaliyette ve 30.000 kadar teröristi var. 2013’te yabancı ülkelerden Suriye ve Irak’a 10 bin, 2014’te 190 bin ve 2015’in ilk yarısında ise 7 bin terörist gitmiş.


Terörden ölenlerin sayısının bir önceki yıla göre en çok arttığı ülke ise Nijerya, toplam ölüm: 7.512. Önceki yıla göre yüzde 300 artış.

Ülkelerin yüzde 60’ında terörden ölen kimse yok... Batı ülkelerinde (11 Eylül İkiz Kuleler saldırısı hariç) terörden ölenlerin oranı sadece yüzde 0.5. Şüphesiz: Terör aktivitelerinin ana nedeni politik.
 
Terör kurbanı sıralamasında ilk 10 ülke:

1. Irak; 2- Afganistan, 3. Nijerya, 4. Pakistan, 5. Suriye, 6. Hindistan, 7. Yemen, 8. Somali, 9. Libya, 10. Tayland.

Burada 10 ülkenin 8 tanesi İslam ülkesi ve Hindistan’da da Hindu-Müslüman çatışmasını eklersek 9 ülkeye çıkar!

Raporda bir de dünyada cinayetlerle de ilgili bilgi var. Buna göre cinayet kurbanlarının sayısı terör kurbanlarından 13 kat fazla. Dünyada 100 bin kişi başına düşen cinayet oranı 6.24. Terörde ise bu oran 0.47.

2012’de dünyada cinayete kurban gidenlerin sayısı 437.000!

Yani dünya hiçbir açıdan tekin, güvenli değil, terörden kaçıyorsunuz ama cinayete kurban gidiyorsunuz. Güney Afrika’da Cape Town, cinayetin en çok işlendiği ikinci ülke.

Terör saldırılarından ölümlerin sayısı 2011’den itibaren büyük yükseliş göstermiş.

İslam Ülkeleri Organizasyonu’ndan IŞİD’e çok sayıda katılım var. Üyelerinden Türkiye’den katılım en çoklardan biri. Bu ülkeler dışında, en çok katılım Rusya dahil, Fransa, Almanya... Bizden fazla.
Rapor çok kapsamlı, ilgilenenler raporun tümüne bakabilir.


Özetle terör dünyanın geleceği gibi. Çok mu karamsarım!?
Durmadan terör üreten bir dünya siyasal ve ekonomik sistemi varken, karamsar olmayalım mı?
 
Orhan Bursalı
"En çok terörizm 8 İslam ülkesinde, neden acaba?"
Cumhuriyet
19-11-2015
 

10 Kasım 2015 Salı

İkiyüzlü Batı!

Demokrasi ihracı girişimleri bana hep misyonerlerle zencilerin öyküsünü anımsatır.

Kolonizatörler zamanında zenciye sormuşlar:
- Beyaz adamın gelmesiyle hayatınızda ne değişti?
- Buraya geldiklerinde onların Tanrısı vardı, bizim de topraklarımız, şimdi ise bizim Tanrımız var, onların da toprakları, demiş kara derili adam.


Ali Sirmen
Cumhuriyet
10-11-15

Kasım 2015 Seçim Değerlendirmesi

Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Ersin Kalaycıoğlu’nun 2011 seçimlerinden sonraki öngörüsünü alıntılayalım: “AKP dördüncü dönem iktidarına girdiğinde hâkim parti sistemine geçmiş olacağız.” 1 Kasım sonuçları eşliğinde Prof. Kalaycıoğlu’na siyasetin ufuk çizgisini sorduk.
 
-Neredeyiz; 1 Kasım itibari ile hakim parti sistemine geçtik mi?
Bir parti dört seçim üst üste kazanan parti oldu mu, sistem hakim parti sistemi haline geliyor. Evet oradayız. Bunun kritik altyapısı şu: Seçmen zihniyetleri öyle bir dağılmıştır ki belli bir yerde ciddi boyutlarda ve sürekli bir kümelenme vardır. Bu kümelenmeyi temsil eden parti ortaya çıktığı ve çalışmaları o seçmen bloku tarafından tatmin edici bulunduğu andan itibaren büyük bir dayanışma ruhuyla o parti seçimden seçime destekleniyor.
 
Bunun ilk örneklerinden biri Japonya’daki Liberal Demokrat Parti. 1950’lerden 1990’lara kadar kritik bir çoğunlukla iktidarda kaldı. 1993’te büyük bir emlak skandalıyla çöktü. Muhalefet ancak bir süre iktidara gelmeyi becerdi. Ardından yine Liberal Demokrat Parti yönetimine dönüldü.
 
40 sene süren iktidarlar
 
-40 sene süren bir iktidardan bahsediyorsunuz.
Öyle, aynı şekilde Hindistan, 1947’den 1987’ye kadar 40 yıl Kongre Partisi tarafından yönetildi. Kongre Partisi İndira Gandhi’nin suikastla öldürülmesinin ardından çöktü. Bir süre koalisyon dönemleri yaşandı. Ve şimdi Hindu milliyetçisi olarak adlandırılan Bharatiya Janata Partisi Narendra Modi tek başına iktidara geldi. Japonya ve Hindistan, çok güçlü demokrasileri olan ülkeler değil. Hâkim parti sisteminde olup demokrasiden hiç ödün vermeden ve demokrasiyi kökleştiren tek ülke İsveç.
 
-“Hâkim partinin altyapısında ciddi seçmen kümeleşmesi var” dediniz.
Evet, buna seçmen saflaşması diyoruz. Bizde bu 1995’te oldu. Türkiye siyasetinin ortası çöktü, seçmen zihniyet olarak da sağa kaydı. Sağda yoğun bir seçmen kümeleşmesi var. Katıldığım son yirmi yıldaki seçim ve siyasal katılma araştırmalarının tamamı Türkiye’deki seçmen dağılımının özellikle sağın ortasıyla sağın sağı arasında kümelendiğini gösteriyor. Buradaki en önemli parti de AKP, sonra MHP, ardından BBP, Saadet Partisi geliyor.
 
Fakat bunların cazibesi AKP ile kıyaslanabilecek biçimde değil. AKP’nin yönetimi fire verdikçe özellikle iktisadi performans bozuldukça diğer partilere doğru oy kaçıyordu. Fakat bu seçimde başka bir faktör ortaya çıktı.
 
-Nedir o faktör?
Sağda kümelenen seçmenin iki başat partisi olan AKP ve MHP, 7 Haziran sonrasında oluşan tabloda koalisyonu engellemek için muazzam bir çaba içine girdiler. AKP son derece başarılı biçimde seçmeni “kazanımlarımız kaybolacak, hükümet bozulursa istikrar kaybolur” düşüncesine itti.
 
Sonu gelmeyen koalisyon görüşmelerini düşünerek Bahçeli’nin MHP’sinden sıtkı sıyrılan seçmen de AKP’ye destek vererek, AKP’yi tek başına iktidara getirdi. Seçmendeki tek başına bir partinin iktidar olması gereksinimi, iktisadi ve siyasi endişelerin, demokratik taleplerin, özgürlüklerin, yolsuzlukların her şeyin önüne geçti. Hepsi bir kenara bırakıldı. Seçmen “önce bir hükümet olsun, sonra bu hükümetten bunları talep ederiz” gibi bir tutum sergilemişe benziyor.
 
-“İktisadi performans bozuldukça diğerlerine oy kaçıyordu” sözünüzden hareketle soralım: Rekorunda dolar, sokağa çıkma yasakları, çatışmalar... Böyle bir yazın ardından AK Parti hanesine 5 ayda 5 milyonu nasıl ekledi?
Mesele zaten bu. AKP 7 Haziran’a göre ne ekonomik ne de siyasal bir başarı göstermeden iktidara geldi. Üstelik bu beş milyon oy artışı azımsanacak bir şey değil. Önemli bir seçmen kayması. Buradaki seçmenin önceliği de Türkiye’yi hükümetsiz bırakmamak. Sabancı Üniversitesi’nin 2015 Ekimi’nde 65 il ve 1509 seçmeni kapsayan alan araştırmasında “son bir yıldır hükümetin yaptığı ekonomik politikalar dolayısıyla ekonomik durumum kötüleşti” diyenlerin oranı geçen mayısa göre ekimde beş puan daha yükselmişti.
Sokağa çıkma yasakları, çatışmaya gelince insanlar bir felakete baktılar. Mithat Sancar’ın terminolojisiyle söylersek, ucundan iç savaş gösterildi. Bunu yaşamamak için “aman ülkeyi hükümetsiz bırakmayalım” demişe benziyor. En kestirmeden hükümet kurma yolu da zaten ideolojik olarak cazip bir yerde duran AKP’yi desteklemekten ibaretti. AKP’nin oyunu 23 milyona çıkaran o seçmenin tercihini de özellikle hükümet medyasının oluşturduğu bu algı da tayin etti.
 
Mesele orta sınıfın cılızlığı
 
-Hâkim parti sistemine dair dünyadan verdiğiniz örneklerde 40 yıl süren iktidarlar vardı. Seçmenin yüzde 49.5’i AK Parti’ye 2019 yılına kadar devam, dedi. Türkiye hâkim parti sistemine girdi ise ufukta ne var? 20 yıl daha iktidar mı?
 
Onu öngörebilmek mümkün değil. Çünkü Türkiye’nin iç ve dış gelişmelerde neyle karşılaşacağını bilmiyoruz. Türkiye’nin çoğulcu bir demokrasiyi sürdürecek bir sosyo-ekonomik yapıya değişmesi için kent yoksulu sınıfın ağırlığının azalıp iktisaden bağımsız bir orta sınıfın ağırlığının artması gerekli. Bu dönüşüm de kolay ve çabuk olamaz, birkaç kuşak isteyen bir süreç. Şu andaki seçmen bloklaşması içinde en büyük blok kent yoksullarından oluşuyor.
 
Yani kırdan kente yeni göçen, kırda hiçbir şekilde insan kaynağı geliştirici bir olanağa sahip olmamış, vasıfsız işçi olabilecek ama istihdam da edilmeyen bir kitle. Türkiye’nin en büyük seçmen bloku böyle. Bu aynı zamanda son derece muhafazakâr, dindar, gelenekçi ve milliyetçi, hatta kolayca şoven olabilen bir kitle. Bu bahsetmiş olduğum küme yüzde 40 civarında. Bu gördüğümüz kritik seçmen bloklaşmasının şu andaki en başarılı temsilcisi de AKP. Bu koşullar sürdüğü sürece AKP’nin siyasal geleceği parlak görülüyor. Bunun değişmesi için başka talepleri olan bir seçmen kitlesinin ortaya çıkması gerek.
 
Ne gibi mesela?
Yani mesela hukuk devleti isteyecek. Hukuk devletini kim talep edecektir? Hukuka uygun yönetim yatırım, üretim, ticaret yapan, çek senet alıp veren, uyuşmazlıkları adalet çerçevesinde halletme eğilimli, piyasaya bağlı çalışanlar yani orta sınıf ister.
 
Türkiye’de ise bir demokrasiyi ve onun değerler sistemini taşıyabilecek büyüklükte ve siyasetten bağımsız bir orta sınıf henüz yok. Orta sınıfımız çok cılız. Türkiye’de alt orta sınıf diyebileceğimiz kitle ise yüzde 20 civarında. Onun talepleri de kolayca susturulabilecek durumda.
 
-Hâkim parti sistemi rejim tartışmasını da getirir mi?
Hâkim parti sistemi demokrasinin dışına kolaylıkla çıkabilir. Çıkarsa, hâkim parti hegemonyacı bir parti haline dönüşür. Soğuk Savaş’taki Polonya’da, bugün Rusya’da veya Mısır’da gördüğümüz tür göstermelik muhalefetle, seçimlerle işleyen bir otoriter rejim ortaya çıkabilir.
 
-AKP hegemonyacı bir parti mi?
Oraya doğru gidiyor yavaş yavaş. Türkiye de zaten dünyada demokrasi olarak değil melez rejim veya rekabetçi otoriter rejim olarak kabul ediliyor. Bizim gibi kent yoksulu seçmen ağırlıklı seçmen bloklaşması içinde yaşayan ülkelerin genellikle otoriter rejimlere dönüştüğü bir gerçek. Çünkü demokrasiyi sürdüremiyorlar. Bizim sürdürme olanağımız olacak mı; zannetmiyorum. Bunun için koşullar çok verimkâr değil. Güçlü bir orta sınıf ya da İsveç’te olduğu gibi güçlü bir işçi sınıfı ve onların örgütlenmeleri ve duyarlılıkları olmadan demokrasi sürdürülemiyor. Türkiye’deki demokrasinin sosyo-ekonomik tabanı problemli.
 
Çünkü güçlü bir kent yoksulu, Marksist sosyologların deyimiyle lümpen-proleter bir sınıf siyasete ağırlığını koyuyor. Buna dayanan bir demokrasinin sürdürülebildiğine dair siyaset bilimi araştırmalarında hiçbir kanıta sahip değiliz.
 
-Bunu söyleyince siz, ‘Bak çobanın oyu benim oyumla bir değil’ zihniyeti diyenler olursa?
Bunlar bilimsel bulgu. Benim anlattığım, “çobanla benim oyum bir değil” savı değil. Burada kritik olan, seçmen temsilcisinden ne talep edecek, özgürlük, hukuka saygı, temiz siyaset mi? Yoksa iş, kendisinin veya yakınlarının kayrılması, hiç katkı vermeden bazı kamusal yararlar mı? Tabii bu kasten evirip çevirip çarpıtılırsa o ayrı! Söylediğim çok net: MÖ 300’lerde Aristo’dan 20 ve 21. yüzyılda Seymour Martin Lipset’e kadar demokrasilerin oluşması için güçlü ve siyasetten bağımsız bir orta sınıf olması gerektiğini ileri sürmüş düşünürler vardır. Bu savların yanlışlanamadığı da görülmektedir.
Türkiye’de güçlü bir orta sınıf yok, onun yerine kalabalık bir istihdam dışı kent yoksulu tabaka var. Orta sınıfın talebi özgürlük, haklar ve hukuk devletidir. Oysa istihdam dışı kent yoksullarının hukukun kendilerine yaradığını düşündüklerini gösteren bir kanıt da yok, hukuk dışı uygulamalardan olumsuz olarak etkilendikleri, özellikle yolsuzluklardan şikâyetçi olduklarını gösteren kanıt da yok.
 
Hukuk devletinin pahalılığı
 
-Neden?
Çünkü içinde yaşadıkları ortam hukukun içinde değil zaten. İnsan kaynakları gelişimi düzeyi fevkalade düşük bir tabakadan bahsediyoruz. Bu kitlenin hukuk devleti bilgisi de yok, yaşadığı ortamda hukuka uymanın maliyeti de oldukça fazla. Gecekonduda oturan, kayıt dışı ekonomide çalışan, elektrik, su vb. hizmetleri ödeme gücü olmadığı için bunları bedava temin etmeye çalışan geniş kitlelerden söz ediyoruz. Bu tür bir yaşantının hukuk devleti, adalet ve hukuk kurallarına uygun işleyen bir imar, trafik, enerji vb. yasası talep etmek gibi bir lüksü olabilir mi? Hukuk devletinin bir iktisadi getirisi var, kalkınma sağladığını Daron Acemoğlu ve James Robinson kitaplarında ispatlıyorlar.
 
Ancak, hukuk devleti aynı zamanda pahalı da, kullandığınız elektriğin, suyun, kanalın faturasını ödeyecek, trafik kurallarına uyarak araç kullanacak, imar yasalarına uygun ev yapacaksınız. Bu masraflara katlanmak için profesyonel meslek sahibi olmak ve o düzeyde gelir gerekiyor. Onun için orta sınıfın yaygın olduğu ülkelerde hukuk devleti ve ona dayalı çalışan bir demokrasi yaşıyor ve ekonomi kalkınıyor. Bugün önümüzdeki sorun da bu: Demokrasi olmadan hukuk devleti olmuyor, hukuk devleti olmadan ekonomik kalkınma olmuyor, ama Türkiye henüz yarışmacı bir otoriter devlet. O zaman önümüzdeki gündem nasıl gelişecek? Herhalde çok sancılı olacak, hep beraber yaşayıp göreceğiz.
 
1 Kasım, 7 Haziran faslında nasıl bir HDP parantezi açarsınız?
HDP’nin yüzde10’u geçmesi Kürt oylarının her şeye rağmen önemli bir kısmının HDP’de kaldığını gösteriyor. Geçen sürede HDP üzerine muazzam bir kampanya yürütüldü. PKK, HDP’yi Meclis içinde çalışamaz hale getirmek için elinden geleni yaptı. Keza AKP, HDP’yi terör örgütü ilan etti. HDP’li isimleri televizyon programlarına çıkaranlar, söyleşi yapanlar neredeyse teröristlikle suçlandı. MHP de HDP’yi gayri meşru ilan ederek, Meclis’te görmezden geleceğini ilan ederek dışladı. Tüm bunlara karşın HDP yüzde 10’u geçti, ama kendi oyunun dörtte birini de kaybetti.
 
-7 Haziran’ın “Erdoğan Kürtleri tamamen kaybetti” sonucu çöktü mü?
Evet, çünkü daha önceleri AKP’ye oy vermiş muhafazakâr ve kısmen orta sınıf Kürtler gördüler ki, bir partinin iktidara gelip de PKK ile yeniden uzlaşma aramaya başlamaması durumunda çok ciddi kayba uğrayacaklar. Bunu değiştirebilecek parti olarak da AKP’yi gördüler. Tekrar AKP’ye oy verdiler. Bu, bir nevi ölümü gösterip sıtmaya razı etmekti. AKP böyle bir strateji izledi, bu strateji de şimdilik tutmuşa benziyor.
 
-CHP’nin oyunun yerinde sayması?
Çok normal, CHP’nin olduğu ideolojik pozisyonda zaten çok az seçmen var. Türkiye’nin solu kısmen meflûç durumda. Türkiye’de temelde kendini solda görenlerin oranı yüzde 15-20 civarında, solun içinde de CHP’nin olduğu yerde kendini görenlerin oranı daha da düşük, seçmenin yüzde 8 -12’si civarında. CHP orada yüzde 25 oy alıyor. Bu yüzde 25’i insanlar küçük görüyorlar ancak o yüzde 25, CHP’nin doğal olarak alabileceği oyun iki, üç katıymış gibi görülüyor. Bu artışı CHP daha merkezde olan, liberal ya da daha ılımlı vb. kişilerden oy alarak sağlıyor.
 
-MHP’nin eriyişi için fikriniz?
MHP’nin ideolojik konumu AKP ile çok yakın, seçmen tabanı da öyle. Seçmenin gözünde Meclis’teki partiler arasında en sağdaki parti AKP, onun hemen solundaki parti de MHP. Bu iki parti arasında kaymalar çok kolay olabiliyor.
 
Nitekim genellikle ekonomi kötüleştiğinde AKP seçmenlerinin bir kısmı MHP’ye kayıyor, iyileştiğinde de tersi oluyor. Ancak, “1 Kasım 2015 tekrar seçimi” kendine özgü bir seçimdi; onun için orada ekonomiden çok MHP ve onun liderinin ‘Mr. No’ tutumu rol oynadı gibi gözüküyor. MHP’ye oy verildiğinde yine aylarca o hükümete olmaz, buna olmaz, denecek ve HDP’yi Meclis dışına atmakla uğraşılarak vakit geçirilecekti izlenimi doğmuştu. Onun yerine benzer bir ideolojik konumdaki AKP’yi desteklemekte MHP seçmeninin önemli bir kısmı beis görmedi.
 
Selin Ongun
Cumhuriyet Gazetesi
10-11-15