Seçim rallisi 17 Aralık sürecinin gölgesinde başladı. Aslında yaşananlar sürpriz de değil. Uzun, sıcak bir kış geçecek demiştik.[1] “O denli çok iç ve dış dinamik, siyasal-toplumsal ve küresel fay hatları hareket halinde ki önümüzdeki bir, iki yıl ülkenin belki de 30-40 yıllık geleceğini etkileyecek… Kutuplaşma öylesine iki tarafın aktörlerini ve medyayı da rehin almış durumdaki, gündelik hayatın içindeki hiçbir olay doğal dinamikleriyle değerlendirilmeyecek de yönetilmeyecek de… Şimdi içte de dışta da herkesin senaryoları seçimler üzerine artık. Nihai hesaplaşma yeni anayasa düzleminden seçimler zeminine kayıyor. Bu nihai hesaplaşma ve kutuplaşma psikolojisi her aktörün tüm söylem ve tutumlarını belirliyor.”
Son aylarda yaşananlar devlet ve yönetim sisteminin artık sürdürülemez olduğunun kanıtı. Dikkat ederseniz siyasi krizlerin hem sıklığı, hem boyutu her seferinde sıklaşıyor ve derinleşiyor.
Sorun şuradaki krizlerin nedenlerini ve sonuçlarını, daha da önemlisi ne yapılması gerektiğini konuşmuyoruz. Hepimiz o krizden önceki pozisyonumuzdayız. Yaşananların gerek devlet ve yönetim sisteminde, gerek siyasi kültürümüzde gerekse de toplumsal psikolojide nasıl bir yıkım ve yarılma ürettiğinin farkında bile değiliz.
Bir kesim hangi görüntü, belge, iddia çıkarsa çıksın inanmamaya, diğer bir kesim iddianın ilk harfini duyduğunda inanmaya kararlı. Bir kesimde çaresizlik, bir kesimde ikircikli umutlar, bir kesimde lümpenlik ve saldırganlık. Savruluyoruz.
En önemlisi “biz” duygumuz parçalandı, eksildi. Hepimiz “biz” derken toplumun bir kesimini dışarıda bırakıyoruz. Bu da ortak yaşama irademizi eksiltiyor.
Kısaca seçim rallisi başlarken toplumsal psikolojiye dair iki şey söyleyebiliriz. Birincisi kutuplaşma ki çoktandır yalnızca siyasal olmaktan çıktı. Artık kimlikler ve hayat tarzları arası kutuplaşmaya dönüştü. İkincisi de toplumun “biz” duygusu parçalandı. Analizler, yorumlar, söylemler bu iki etkinin akli ve duygusal esareti içinden üretiliyor. Yolsuzluk da siyasi alana müdahaleler de bu akli ve duygusal esaretten değerlendiriliyor.
Çıkış var mı? Elbette var. Toplumun içgüdüsel “hayatı sürdürme duygusu” bir kez daha devreye girecek.
Ama asıl siyasi aktörler, sivil toplum, entelektüeller, akademisyenler bu yıkımı “yaratıcı yıkıma” çevirebilir. Bunun olabilmesi için var olan kutuplaşma duygusundan, korkulardan, ezberlerden kurtularak yeniden düşünmek, düşünebilmek gerekiyor.
Devleti ve yönetimi yeniden yapılandırırken (siz ister onarım, ister reform deyin) hangi siyaset eliyle, hangi ölçülere-ilkelere-referanslara göre ve nereye kadar yapacağımızdır mesele. Ve elbette toplumun ihtiyaç ve taleplerine göre. Öte yandan değişmek yerine “Avrupa’nın taşrası” olarak kalmaya razı olmak seçeneğimiz de her zaman var.
Bu noktadan bakınca, yeniden düşünmenin başlangıç noktası bir kez daha bu toplumu, naturasını, ihtiyaç ve taleplerini anlamaya çalışmak olmalıdır. Bunu yapmak yerine şimdiden topluma kızmak, “yolsuzluklara rağmen oylarını değiştirmiyorlar” demek, “yolsuzluk umurlarında değil hoş görüyorlar” sanmak ya da “her şeyi başkalarının manipülasyonları” olarak değerlendirmek gibi kolay yollar da var ama bu kolaycılığın yaratıcı yıkımı değil yıkımı beslediğini de anlamamız gerek.
Yine de bu mini dizide seçmen dediğimiz toplumun 18 yaş üstü bireyleri kimdir, kaç kişidir, nasıl düşünür, oy tercihi nasıl oluşur analiz etmeye çalışalım.
Önümüzdeki seçimlerde 76.667.864 olan toplam nüfus içinden 52.695.850 seçmen oy verecek. Toplam nüfusun yüzde 68,7’si seçmen yaşında.
1969 Genel seçimlerine kadar 22 yaşını bitirenler seçme hakkına sahipti. Bu seçimlerden itibaren “21 yaşı bitirmiş olmak” olarak değiştirildi. Seçmen yaşı 1991’de “20 yaşa girmiş olmak” olarak, 1999’da “18 yaşını bitirmiş olmak” şeklinde değiştirildi.
52 Milyonu aşkın bu seçmenlerin bölgeler bazında sayılarını, nüfusa yüzdelerini, toplam seçmenin ve nüfusun bölgelere dağılım yüzdelerini aşağıdaki tabloda görüyorsunuz.
Bölge
|
Seçmen Sayısı
|
Seçmen / Nüfus (%)
|
ADNKS Nüfus
|
Seçmen Sayısı %
|
ADNKS Nüfus %
| |
İstanbul
|
9.997.024
|
70,6
|
14.160.467
|
19,0
|
18,5
| |
Batı Marmara
|
2.464.701
|
75,2
|
3.278.705
|
4,7
|
4,3
| |
Ege
|
7.283.556
|
73,6
|
9.897.313
|
13,8
|
12,9
| |
Doğu Marmara
|
5.180.876
|
72,0
|
7.198.284
|
9,8
|
9,4
| |
Batı Anadolu
|
5.174.359
|
70,3
|
7.362.247
|
9,8
|
9,6
| |
Akdeniz
|
6.633.013
|
67,9
|
9.766.093
|
12,6
|
12,7
| |
Orta Anadolu
|
2.654.182
|
68,5
|
3.873.470
|
5,0
|
5,1
| |
Batı Karadeniz
|
3.284.575
|
73,0
|
4.499.102
|
6,2
|
5,9
| |
Doğu Karadeniz
|
1.878.958
|
73,6
|
2.553.647
|
3,6
|
3,3
| |
Kuzeydoğu Anadolu
|
1.341.508
|
60,8
|
2.207.602
|
2,5
|
2,9
| |
Ortadoğu Anadolu
|
2.273.474
|
60,2
|
3.774.582
|
4,3
|
4,9
| |
Güneydoğu Anadolu
|
4.529.624
|
55,9
|
8.096.352
|
8,6
|
10,6
| |
TÜRKİYE
|
52.695.850
|
68,7
|
76.667.864
|
100,0
|
100,0
|
Tabloyu incelediğinizde bazı temel karakteristikler ortaya çıkıyor:
(1) Önce seçmen ve nüfus büyüklüğüne dikkatinizi çekmek isterim. 2011 seçimleri üzerinden konuşursak 21 Milyon Ak Parti seçmeni ya da 11 milyon CHP seçmeni konuşuyoruz. Bu büyüklükteki kitlelerin kandırıldığını, hepsinin birden yanlış yaptığını düşünmek kısaca bu toplumu küçümsemek üzerinden bir söylem ne kadar doğru olur emin değilim. Ya da bu denli büyük kitlelerin siyasi tercihini bir kelimeyle, bir şablonla açıklamanın kolay olduğunu da sanmıyorum.
(2) Önceki yılların sayıları ve oranları ile kıyaslandığında nüfusun ve seçmenin giderek batı bölgelerine yığıldığı yani göçün sürdüğü görülüyor.
(2) Batı bölgeleri olan ilk beş bölgede nüfus içindeki seçmen oranının diğer bölgelere kıyasla yüksek oluşu bu bölgelerdeki yerleşikliğin artmakta olduğunu ve ortalama yaşın ve yaşam süresinin yükselmekte olduğunu gösteriyor. İlk beş bölge ve yine göç alan Akdeniz bölgesi de dahil ilk altı bölge toplam nüfusun ve seçmenin üçte ikisini barındırıyor.
(3) Kürt nüfusun yüksek ve Kürt meselesinin diri olduğu üç doğu bölgesinde nüfusun yüzde 40-45’i henüz 18 yaşın altında.
Seçmen kimdir? Genellikle okur, izleyici, müşteri, tüketici gibi birey üzerinden açıklamalar üretiyoruz. Bireylerin davranışlarını ve tercihlerini açıklamaya yönelik birçok model var kullanılan. Örneğin en yaygın kullanılanlardan birisi sosyoekonomik statü (SES) dediğimiz, özellikle televizyonların rating tartışmalarında sıkça kulağımıza çalınmış olan A-B-C gibi kümelemeler. Esas itibariyle bu model eğitim ve gelir gibi somut, ölçülebilir demografik özelliklerden yola çıkılarak bireyi kümelemeye ve davranışları açıklamaya çalışıyor. Modelden de anlaşılabileceği gibi eğitim ve gelir seviyesi yükselen ve kentli hayat pratiklerinin içine gelen bireylerin tüketim, izleme, okuma, alış veriş tercihlerinde bu yükselişe bağlı olarak değişiklik olacağı varsayımına dayanıyor.
Bir başka model, bireyleri, değerleri yani iyi-doğru-güzel tanımları ve referansları üzerinden kümeliyor. Muhafazakar-yenilikçi, tutucu-özgürlükçü, otoriter-demokrat gibi değer eksenleri üzerinden bakılarak, bireylerin gündelik hayat pratiklerinde değerlerine, doğru bildiklerine uygun tercihlerde bulunacakları ve davranacakları varsayılıyor.
Bu ve benzeri “birey” temelli modeller ve açıklamaların geçerli olduğu durumlar olsa da bence artık bu modeller bugünün bireyinin tercihlerini açıklamaya yetmiyor. Bu modeller sanayi toplumunun sosyolojisine uygun açıklamalar. Bugünün hızlı-karmaşık-belirsizlik esaslı-çok boyutlu-çok aktörlü gündelik hayatının içindeki bireyi açıklamak için bu modeller yetersiz kalıyor. Örneğin eğitim seviyesi ülkedeki kadın meselesine bakışta ve gündelik pratiklerde çok da fark üretmiyor. Bir başka örnek değerler ile gündelik pratikler arasındaki fark giderek açılıyor. Yaptıklarımızla doğru bildiklerimiz arasındaki açıklık büyüyor.
Bugünün bireyi yalnızca eğitimi, geliri veya doğru bildikleri üzerinden tercih ve davranış geliştirmiyor. Bugünün bireyi bir bakıma “zihin-gönül-beden-çevre” bileşkesinde bir davranış geliştiriyor. Yani öğrendikleri ve bildikleri ya da geliri kadar duyguları-korkuları-algıları-beklentileri-inançları-kökenleri-aidiyetleri-sosyal çevresi gibi daha karmaşık etkiler altındaki bir süreç sonucunda tercihler oluşuyor. Gündelik pratiklerde her gün verdiğimiz binlerce kararın yalnızca yüzde onu bilinçli muhakemelerle gelişirken, yüzde doksanı bu karmaşıklığı barındıran bilinçaltı süreçlerle oluşuyor.
Kısaca söylersek yalnızca bir partiye oyu ile “seçmen” olarak adlandırdığımız bireyler “insan”. Bu nedenle seçim, siyasi tercih denilen şey insana dair bir hikaye. Ve o hikaye, bu nedenle yalnızca bir kasetle, bir sloganla, kapıya gelen bir çuval kömürle açıklanamıyor.
Karmaşık bir süreç sonunda oluşan siyasi tercihleri ve seçim günündeki parti seçimini anlamak ve açıklamak için yeni modellere ihtiyacımız var.
Seçmen davranış taktiği 3-5-2
Futbolda sayılarla ifade edilen taktik varyasyonları hepimiz biliriz. Ben de kendisi de araştırmacı olan sevgili Vural Çakır’ın benzetmesini kullanarak açıklayacağım. Her ne kadar Vural Çakır ile taktik seçiminde çok temel farklılıklarımız olsa da bu benzetme anlatım kolaylığı açısından yararlı. Ve açıklamaya yine futbol terminolojisinden devam edeyim. Savunma: Hanenin dirliği-düzenliği ve güvenliğinden oluşuyor. Orta saha değerler, gündelik hayat pratikleri yani hayat tarzı ve aidiyetlerden oluşuyor. İleri ikili ise algı ve beklentiler. Bu taktik diliyle ne demek istediğimi açıklamaya çalışayım.
Bireylerin temel tercih ve davranışlarının temelindeki en önemli unsur kendisinin ve hanesinin geçimi. Geçim dediğimizde ilk unsur gelir-gider dengesi. Bu ülkedeki hanelerin yalnızca dörtte birinde gelir, giderinden fazla veriyor yani dörtte bir hane tasarruf edebiliyor. Bu tasarruf edebilen hane oranı tasarruf tutarı değil. Dörtte iki hanede gelir giderine denk ve bu hanelerde hayat yok veya var olarak çalışıyor. Eğer hanenin işi varsa maaş, emekli maaşı veya kira geliri gibi 30 gün sonra gelecek olan gelir var ve tutarı belli ise hayat var. Gelir yoksa hayat da yok. Giderler gelire göre ayarlanıyor. Bu hanelerin işi ve geliri güvence de ise ülke ekonomisi yüzde 10 büyümüş veya küçülmüş doğrudan etkilenmiyor. Temel etkilenilen şey kurların ya da cari açığın artışı değil işsizliğin artışı. Geri kalan dörtte bir hane de ise gelir giderin altında. Bu hanelerin yarısı aile dayanışma ve yardımlaşmalarıyla hayatını sürdürüyor. Diğer yarısı da devletin ve yerel yönetimlerin sosyal yardımlarıyla. Dolayısıyla bu ülkedeki 19 milyon dolayındaki hanelerin dörtte üçü için hayat meşakkatli ve zorlu geçiyor. Doğal olarak da bu geçim seviyesi ve zorluklar hayatındaki gerek gündelik pratikleri gerekse de siyasi seçimleri doğrudan etkiliyor. Kısaca geçim durumuna futbol jargonuyla kaleci diyebiliriz.
Savunma hattındaki ikinci ve üçüncü belirleyici unsur ailenin çocukları için eğitim ve tüm hane fertleri için sağlık hizmetlerine ulaşabilme ve edinebilme durumları. Çocukların eğitim ihtiyacı ve sağlık hizmetlerine olan ihtiyacı hanenin gelecek umudunu “var” eden en önemli unsurlar. Hala, hanelerin üçte ikisi için gelecekte daha iyi hayata ulaşma arzusunun taşıyıcısı çocuklar.
Savunma hattındaki dördüncü unsur güvenlik ihtiyacı. Bireyler güvenlik ihtiyacını kendi hayatında elbette can güvenliği ve asayiş, kendisini güvende hissetme olarak görüyor. Ama asıl ülke hayatı üzerinden yine kendi bireysel hayatını doğrudan etkileyeceği düşünülen ekonomik, siyasi ya da savaş gibi olası krizlere karşı kendisini savunmasız hissediyor. Kahramanlıklardan, milli takımın maç kazanmasından, Başbakan’ın “one minute” çıkışından gururlanıyor ama “çıkarın ceketleri, dövüşeceğiz” denmesi olasılığından da ölesiye korkuyor. Ya da “ekonomik kriz yayılır ve işsiz kalırsam” korkusundan titriyor. Gençlere bile “mutlu olarak çalışacağı iş nedir” sorusu sorulunca yarısı “iş güvencesi” diyor.
Savunma hattındaki geçim-eğitim ihtiyacı-sağlık hizmetleri ihtiyacı-güvenlik ihtiyacı olarak saydığım bu dört unsur bireylerin tercih ve davranışlarının en temel belirleyicisi. Bir başka deyişle hayatın bazı. Bireyler ve haneler bu dört unsurda kendisini rahatta ve güvende hissetmediği sürece başka şeylerin önemi yok denecek kadar azalıyor. Ya da yine futbol jargonuyla söyleyelim, savunmadan top çıkaramadıkça orta sahada oyun kuramıyor. Hayatın baskısına mahkum, sürekli savunmadaki oyun devam ediyor.
Orta sahada hayat tarzları ve değerler
Orta sahadaki beşli, hayat tarzı- değerler-eğitim seviyesi-kültürel aidiyetler-siyasi ideolojiden oluşuyor.
Hayat tarzı gündelik hayat pratiklerindeki yapıp, ettiklerimiz. Yeme içme alışkanlık ve tercihlerimizden, kılık-kıyafete, tatil anlayışımızdan alış veriş alışkanlık ve tercihlerimize. Elbette gündelik hayat pratiklerinin gelirimizle de doğrudan bağlantısı olsa da gelirden bağımsız olarak gelişiyor çoğu zaman. Gelir kadar alışkanlıklarımızın, aileden öğrendiklerimizin, zevk ve keyif tanımlarımızın, yaşadığımız yerin kır-kent-metropol oluşunun da etkileri var.
Değerler iyi-doğru-güzel olarak tanımladıklarımız ve bu kabullerin referansları. Bazılarımızın dini inancı, bazılarımızın gelenekler, bazılarımızın hukuk, bazılarımızın evrensel standartlar gibi farklılıklar olduğu gibi aynı kişinin farklı konulardaki değerlerinin referansları farklı. Fakat günümüzün hızlı ve karmaşık gündelik hayatında değerler ile gündelik pratikler arasındaki açıklığın da büyümekte olduğunu söylemeliyiz. Yani doğru bildiklerimizle yaptıklarımız arasındaki farklılaşma giderek büyüyor. İkincisi hayat pratiklerimiz gelire, eğitime, yaşanılan yere bağlı olarak görece daha hızlı değişiyor. Buna karşılık değerlerimizin değişmesi çok daha uzun sürüyor. En iyi örnek kadın meselesi. Göçle kentlere ve metropollere geldikçe kadının gündelik hayattaki rolü değişiyor, örneğin çalışmaya başlıyor ama kadına bakış aynı hızla değişmiyor. Hatta son yıllarda hızlı değişimlere karşı değerlere tutunmak, değerlerin değişimine direnmek gibi başka bir tavır da gelişiyor.
Orta sahadaki üçüncü unsur kültürel aidiyetlerimiz. Etnik kökenimiz, din ve mezhebimiz, dindarlık seviyemiz gibi aidiyetler temel belirleyicilerden. Ve bunlar kadar önemli olan aidiyet “aile”. Ülkede sanayi toplumu sosyolojisiyle bireyselleşmiş denilebilecekler, yani hayatı kendi istek ve arzularına göre kuranlar beşte bir oranında. Toplumun beşte dördü için en temel aidiyet aile.
Dördüncü unsur eğitim ve bilgi/bilinç seviyesi. Beşinci unsur ise siyasi ideolojimiz.
Seçmen davranışını ve tercihini sonuca götüren, futbol jargonuyla golü atan hücum hattındaki iki unsur ise algı ve beklentiler.
Algılarımız kısmen dışımızdaki kişilerce yönetilebilir, biçimlenebilir bir alan. Reklam ve halkla ilişkiler faaliyeti neredeyse algı yönetimi üzerine kurulu. Yine de kritik bir durum var. Algılarımızı yalnızca duyduklarımız, gördüklerimiz belirlemiyor. Her şeyden önce duyduğumuzu kimin söylediği ve nasıl söylediği önemli. Yoksa her duyduğumuza, gördüğümüze hemen inanmıyoruz. Söyleyen kişiye veya partiye dair önceki deneyim ve kanaatlerimiz, önyargılarımız veya ezberlerimiz, duygularımız devreye giriyor. Duyduğumuza, gördüğümüze inanmamız ölçülebilseydi ve 100 birim deseydik, inanmayı üreten faktörler şöyle olurdu: 55 birim kimin söylediği, 37 birim nasıl söylediği ve 8 birim söylenen sözün kendisi. Bu nedenle, eğer bir kişi veya parti hakkında baştan zaten 55 birimlik kısımda sorun varsa, doğru söz söylemiş olmak kar etmiyor. Veya bu 55 birimlik ilişki oldukça kuvvetli ise hatalar da hemen küslük üretmiyor.
Beklentilerimiz ise asıl hareket edişimizi belirliyor. Hayata karamsar veya iyimser bakıyor olmak gibi kendimize dair olan özellik kadar, çevremizdeki ve ülkedeki hayata dair beklentilerimiz belirliyor her şeyi. Geleceğe umutla ya da kaygıyla bakmak hayata dair tüm tercihlerimizde olduğu gibi siyasi tercihlerimizde de önemli bir unsur. Korkularımız beklentilerimizi de belirleyen önemli bir başka unsur.
Siyaset üzerinden söylersek toplumun yüzde 60’a yakın bir bölümü ülkedeki son on yılda hayatının iyiye gittiğini ve gelecek beş yılda da daha iyi olacağını düşünüyor. Yüzde kırklık diğer kümenin ise ülkenin son on yılına ve gelecek beş yılına dair algı ve beklentileri oldukça karamsar. Bu büyüklükteki karamsar ve iyimser iki kümenin de oylarının yarıdan fazlasını birer parti alıyor dersem eminim hangi partiler olduğunu siz de söyleyebileceksiniz.
Gördüğünüz gibi hiçbirimizin siyasi tercihi rastlantılarla oluşmuyor. Hiçbirimiz her gün sabah siyasi tercihimizi sorgulamıyoruz. Çünkü siyasi tercihimiz de tıpkı hayata dair diğer tercihlerimizde de olduğu gibi bilinçli ve bilinçaltı süreçler karmaşasında oluşan bir tercih.
Futbol taktiğiyle açıklamaya çalıştığım bu on bir unsurun her birisi bir diğerinin hem nedeni hem de sonucu bir bakıma. O nedenle bu unsurların her birini kompartımanlar halinde ayrı ayrı değerlendirmek de başka hatalar üretebilir. O nedenle seçmen tercihi insana dair her konuda olduğu gibi oldukça karmaşık, çok boyutlu ve çok unsurlu.
Basit ve şablon açıklaması yok demiş olsam da seçmen davranışını şemalaştırarak açıklamaya dönük birçok model var. KONDA’da geliştirdiğimiz iki modelden daha söz ederek bu diziyi bitireyim.
Tercih sürecine göre açıklama
Birinci model tercih oluşma sürecine göre bir model. Türkiye seçmenlerinin üçte biri oy vereceği parti ile fikri bir yakınlık arıyor. “İdeolojik seçmen” dediğimiz bu grubun her biri partisinin programını okumamış olabilir ama temel tercihlerde fikri bir beraberliği vardır. Dörtte birlik bir seçmen kümesi “lider takipçisi seçmen”. Bu kümedekiler partiden daha çok liderle bir güven ilişkisi, fikri ve duygusal beraberlik üzerinden oy veriyor. Beşte birlik bir seçmen “taraftar seçmen”, partisiyle fikri değil daha duygusal bir ilişki üretiyor. Tıpkı futbol takımı taraftarlığı gibi belki rasyonel bir açıklaması olmasa da kendisini o partinin taraftarı olarak hissediyor ve davranıyor. Onda birlik bir seçmen kümesi “partisiz seçmen” ama bu kümedekiler siyasetle oldukça ilgili ve bilgililer ve kendilerini tam olarak temsil eden bir parti olmadığı kanaatindeler. Bunların büyük kısmı seçimlere gitmiyor, anketlerde “oy vermeyeceğini” söylüyor ya da seçim sabahı yine fikren kendine görece yakın bir partiye oy veriyor. Son dilim olan onda birlik bir seçmen kümesi de “son dakikacı seçmen”. Bunlar partisiz seçmenlerin aksine siyasetle hiç ilgilenmiyor, haber deyince yalnızca spor haberlerini izliyor. Aslında tüm bir seçim kampanyası temaşası da bu küme için yapılıyor. Çünkü önceki kümedekilerin parti tercihleri büyük oranda belli iken bu küme son dakikalara, adaya, kampanyaya bakarak oy veriyor.
Bu kümeleme analizi üzerinden şu bilgiyi paylaşayım. Her partinin oy tabanlarının seçmen kümelerine göre kombinasyonu farklı oluşuyor. BDP seçmeninin beşte dördü, CHP seçmeninin üçte ikisi ideolojik seçmen iken Ak Parti seçmeninin yarıya yakını lider takipçisi seçmenlerden oluşuyor.
Partiler gözünden seçmen kümeleri
İkinci KONDA modeli ise seçmenlerin tümünü her bir parti gözünden kümelemeye dayanıyor. Birinci küme “çekirdek seçmen” dediğimiz küme. Bu seçmenlerin partilerine, liderlerine, seçimi kazanacaklarına, ülkenin sorunlarını çözeceklerine inançları tam. İkinci küme “sempatizan seçmen” ki bu seçmenler o partinin her şeyine öncekiler kadar inanç ve güven içinde olmasalar da o partiye ilgi ve sempatileri var ve oylarını o partiye veriyorlar. Üçüncü küme “potansiyel seçmen” yani o partinin yönelebileceği, oyunu alabilmesi için ikna edebileceği ama bugün oyunu alamadığı seçmenler. Dördüncü küme ise diğer partilerin çekirdek seçmeni olan, ikna edilmesi oldukça uzun bir süreç gerektiren seçmenler. Beşinci küme ise sorunca “asla o partiye oy vermeyeceğini” düşünen ve söyleyen seçmenler.
Bu modelden bakınca, her bir parti gözünden bu beş kümenin büyüklükleri farklı. Çekirdek seçmen oranları ve asla oy alamayacağı seçmen oranları bu modelde belirleyici.
Daha da önemlisi yaşanan ve başından beri Ak Parti tarafından da beslenen kutuplaşma çekirdek seçmen ve asla oy alınamayacak seçmen oranlarını belirliyor. KONDA ölçümüyle “kutuplaşma endeksine” göre yüzde 35 seçmen Ak Parti yandaşı, yüzde 25 seçmen de Ak Parti karşıtı kutba yerleşmiş durumda. Ve bu durum Ak Parti lehine çalışıyor.
Partilerin pozisyon ve politikalarını belirleyici olan bu modeldeki ikinci unsur çekirdek seçmen ile sempatizan seçmen oranları. Ak Parti seçmeninin neredeyse onda dokuzu çekirdek seçmenlerden oluşuyor. Buna karşılık CHP ve MHP’nin çekirdek seçmenleri ile sempatizan seçmenleri nerdeyse eşit oranda. Yani seçmenleri partiye oy veriyor ama ya partinin lideriyle ya politikalarıyla sorunu var ya da partisinin kazanacağından, çözüm politikalarından emin değil. Partisini eleştirmeye başlayan çekirdek seçmen doğrudan partisinden kaçmıyor. Önce çekirdekten sempatizanlığa, oradan potansiyele doğru adım, adım değişiyor.
Üç günlük gevezelikten sonra bu seçimlerde şöyle olacak öngörüsünde bulunmak kolay değil. Öte yandan entelektüeller arasındaki seçmen yolsuzluklara alıştı, hoş görüyor efsanesi de doğru değil.
Toplumun üç yıldır, her geçen gün ağrı eşiği düşüyor, duyarlılıkları, rahatsızlıkları artıyor. Her duyarlılık ve ağrı elbette siyasi tercih üzerinde bir etki üretiyor. Ak Parti seçmeni içinde de hoşnutsuzluk artıyor. Bu durum her birimizi parti tercihi değiştirme noktasına getirir mi? Ya da ne kadarını getirir? Diğer parti seçmenlerinin bu süreçlere tepkileri, partilerinden hoşnutsuzlukları ne değişiklik üretir? Partisinden ayrılmaya karar veren seçmen nereye yönelir gibi bir dizi sorunun cevabını seçim akşamı göreceğiz.
Bekir Ağırdır
T24
Mart 05, 2014