28 Aralık 2017 Perşembe

Ödünleşme (Trade-off) Basitçe Nedir? Kaynak İsrafı Nasıl Tanımlanır?

HAYAT DERSİ

İktisat öğrenme “ödünleşme” (trade-off) kavramını anlamakla başlar. Daha ilk derste hocalar tahtaya, biri yatay diğeri onu kesen düşey iki çizgi (eksen) çizer. Yatay çizginin ucuna ‘tereyağ', dikey çizginin ucuna “silah” yazar. İki eksenin kesiştiği “sıfır” noktasının önüne hilale benzer bir eğri oturtur. Sonra bu eğrinin çeşitli noktalarından iki eksene uzanan düz hatlar indirir. Başlar anlatmaya: Görüyorsunuz, indirdiğim düz hatların eksenleri kestiği noktalar, yatayda sıfır noktasından ne kadar uzağa giderse, düşeyde sıfır noktasına o kadar yaklaşıyor. Bunun anlamı “çok tereyağ yemek isteyen, az silah üretir” veya “çok silahlanmak isteyen, az tereyağ yer” demektir der. Bir kişinin veya ülkenin fakirlik veya zenginlik düzeyi ne olursa olsun, elindeki kaynak miktarının bir sınırı vardır. En sınırlı kaynak da vakittir. “Vakit, nakittir” özdeyişini hatırlayın. Tüketim veya yatırım harcaması olması fark etmez; belli şeylere çok para/zaman harcamak istenirse, diğer şeylere harcanacak para/zaman azalır. İşte buna “ödünleşme” denir. Bu tercihin objektif doğrusu yoktur. İktisat okumayan da hayat okulunda bunu öğrenir. Ama bir şeyi öğrenmez. İkisini de aynı anda isteyen, ikisinden de mahrum kalabilir. Buna da kaynak israfı denir.

MAKSADA GÖRE DAVRANMAK
Bir zamanlar Başbakan Adnan Menderes'in iktisat danışmanlığını yapmış olan Profesör Memduh Yaşa (1919 Siirt-2014 İstanbul) ile bazı yönetim kurullarında birlikte görev yaptık. Memduh Hoca “eski yazı” bilirdi. Ben, kelimelerin etimolojisini çok merak ederim. Memduh Bey'e “Hocam, iktisat herhalde k-s-t (kısıt) tan türemiştir, değil mi?” dedim.  Uydurma, iktisat kelimesinin son harfi “t” değil “d” dir. Kökü “k-s-d” dir. Bu kökten türemiş kelimelerin başında kasıt(d) ve maksat(d) gelir dedi. Zihnimde bir pencere açıldı. Demek ki; iktisadi davranmak, maksada göre hareket etmek demekmiş. Maksat farklı olunca, kaynak tahsisi de farklı oluyordu. Kaynak tahsis kararı, karar alıcının maksadına göre olur. Belli bir maksadı olan kişinin aldığı harcama kararı, maksadı başka olan kişininkine uymaz. Aslında her ikisi de iktisadi (maksada uygun) davranmıştır. İşin bu yanı hesaba katılmazsa, kolayca “insanlar her zaman iktisadi davranmaz” diye hatalı bir hükme varılabilir.  Oysa insanlar fıtraten “homo ekonomikus” tur. Her zaman kendi tercihlerine göre iktisadi davranır.

AMAÇLAR AYNI, ÖNCELİKLER FARKLI OLABİLİR
Pek tabii, nihai amaç hem halkın daha çok tereyağ yemesi, hem de daha güçlü bir orduya sahip olmaktır. Bir başka değişle amaç, hem daha çok “tüketim” hem de daha çok “yatırım” yapmaktır. Zaten iktisadi kalkınma da budur. Kişilerin, firmaların ve kamunun aldığı her “kaynak tahsis kararı” özneldir. Yani subjektiftir. Bir alana ayrılan kaynağın çok olması, diğer amaçlardan tamamen vazgeçildi anlamına gelmez. Karar alıcı diğer amaçlardan muhtemelen vazgeçmemiştir. Onun yaptığı yapılacak işleri öncelik sırasına sokmaktır. Öncelik tercihleri farklı insanlar, diğerlerinin kararlarını “şimdi bunun sırası mı?” diye eleştirir. Buradan da anlaşılır ki; bir iktisadi kararı eleştirenler, karar alıcının maksadını hepten ret etmese de, kaynak tahsisinin “öncelik sırasını” uygun bulmayabilir.

Son söz: Empati olmazsa, sempati de olmaz.

Ege Cansen
Sözcü
28-12-2017

27 Aralık 2017 Çarşamba

Son KHK neyin semptomudur?

696 sayılı KHK, “iç savaş”, “linç”, “sokağa yargı muafiyeti” gibi korkutucu kavramlarla defalarca analiz edildi, eklenecek bir şey kalmadı. Ben bu KHK’ye bir başka açıdan bakmak istiyorum.

Ne gerek vardı? 
Bu ülkede keyfi, sınırsız güç kullanabilen, neredeyse hesap sorulması olanaksız, ağır silahlara sahip son derecede etkili bir polis gücü, orduyu iç güvenlik aracı olarak kullanma geleneği var. Geçen yıllarda, tankların kentlere girerek Suriye iç savaşını aratmayan görüntüler yarattığına da şahit olduk. Siyasi bir davada, siyasi savunma yapmak, Ahmet Şık’ın örneğindeki gibi engellenebiliyor. Kadına, çocuğa yönelik fiziki, cinsel şiddet çoğunlukla cezasız kalıyor. Kadına yönelik simgesel şiddet, din adına konuşanların ağzından, medyada hem de en müstehcen biçimleriyle kendini sergiliyor. Kısacası, iktidarın kendisine karşı olanlara, iradesini sorgulayanlara yönelik açık, fiziki ve simgesel şiddet kullanmasının önünde bir engel yok. 


Öyleyse, son derecede muğlaklaşmış darbe ve terör kavramları üzerinden, iktidar yanlısı sivillere, değerleriyle uyuşmayan, arzularıyla çelişen, “öteki”üzerinde, fiziki şiddet uygulama ayrıcalığı getiren 696 sayılı KHK’ye ne gerek vardı? Bu KHK, hangi hastalığın semptomudur?

Deniz bitti de ondan... 
Kapitalist toplumda egemen sınıfın iktidarı (arzularını topluma dayatma anlamında diktatörlüğü), rıza alma ve şiddet uygulama kapasiteleri arasındaki diyalektik ilişki üzerinde durur. Egemen sınıfın rıza alma kapasitesi yüksek olduğu oranda, “demokratik” yöntemler geçerlidir. Rıza alma kapasitesi düştükçe şiddetin dozu artar, ucu faşizme kadar uzanan, örtülü, açık diktatörlükler gündeme gelir. 

Türkiye’de bugün iktidarda olan “Siyasal İslam”ın (Sİ) AKP’de temsil edilen egemen sınıfı (dinci entelijansiya) 2000’lerde başlattığı “pasif devrim”sürecinde, başlangıçta, “kandırdığı”(?!) güçlerin desteğini giderek kaybetti. Kaybettikçe de toplumda rıza alma kapasitesi zayıfladı. Zayıfladıkça da şiddetin dozu giderek arttı. Nihayet Sİ’nin rıza alma kapasitesinin sınırları, Gezi olayı, Haziran seçimleri, Anayasa referandumu gibi eşiklerde kesin ve aşılamaz çizgilerle belirlendi. Sİ, bunca yıllık iktidarının topluma dayattığı dönüşümlere, dindarlığı bir kimlik sorununa dönüştürmesine karşın (belki de tam da bu yüzden), seçmenin yarısından fazlasının, nüfusun çoğunluğunun rızasını almayı başaramadı. Geldiği noktada, olağan koşullarda seçimleri kazanamayacağını anladı. Rıza alma kapasitesini genişletememe sorunu da giderek alınmış rızayı koruma sorununa dönüşmeye başladı. 


AKP’de temsil edilen Sİ’nin egemen sınıfı, şimdi kendi tabanından (rıza aldığı kesimi) kaybetmeye başlama riskiyle yüz yüzedir. Diğer taraftan, dindarlığı birkimlik haline getirmiş olmanın olanaklarından yararlanmaya devam etmekle birlikte, alınmış rızayı koruyan maddi kaynaklar hızla tükeniyor, aynı anda, siyasal İslam içindeki sınıf farklılıkları (yolsuzluklar), yönetim beceriksizlikleri daha bir görünür olmaya başlıyor. İktidar söylemini, şoven milliyetçilikle, Kemalizmle takviye çabası Aydınlanma’nın kavramlarını içeri sızdırarak zayıflatıcı etki yapıyor. Özetle AKP’de temsil edilen siyasal İslamın egemen sınıfının kendi tabanına verecek ekonomik ve simgesel/kültürel yeni bir şeyi kalmadı. 696 sayılı KHK, alınabilecek rızanın sınırına dayanmış olmakla,alınmış olan rızayı koruyacak araçların tükenmeye başlamış olması arasındaki çelişki ile, dinin bir kimlik sorununa dönüşmüş olması arasındaki ilişkinin bir semptomudur. 


Sİ’nin egemen sınıfı, tabanına, daha fazla ekmek veremiyorum ama, “ötekine”şiddet uygulama ayrıcalığı vererek, “devletin şiddet kullanma tekelini seninle paylaşmaya başlıyorum” diyor. Böylece, bu egemen sınıf, iktidarda kalabilmek için, bir egemen sınıfın verebileceği en büyük, en riskli tavizi vermiş oluyor. Bu noktada aklıma şeytanın uyarısı geliyor “ne istediğine dikkat et bakarsın gerçekleşir”. 


Bu noktada muhalefete de, evet “susmanın bedeli ölümdür” ama, “lafla da peynir gemisi” yürümez demek gerekiyor!

Ergin Yıldızoğlu
Cumhuriyet
28/12/2017

12 Ekim 2017 Perşembe

İktidar ve Korkusu

“AKP kaybederse Türkiye kaybeder” ve “Her kim Gezi olayları ile FETÖ ihanetinin ilgisinin olmadığını söylerse ya cahildir ya kendisi de aynı ihanetin içindedir. Kim bölücü örgütün eylemleri ile DEAŞ’ın saldırılarının alakasının bulunmadığını iddia ediyorsa ya dünyadan bihaberdir ya da aynı dünyanın bir parçasıdır” iddiaları anlığımda bir kapıyı araladı. 

Bir partiyi bir ülkeyle özdeşleştiren, her şeyi her şeye bağlayarak, herkesin “bize” karşı komplo içinde olduğuna, bu durumu göremeyenlerin de ya cahil ya da hain olduğuna inanan anlayışın araladığı kapıdan dışarı, Alman sosyolog Klaus Theweleit’in, en son ne zaman okuduğumu bile unuttuğum, Male Fantasies (Erkek Fantezileri - 1987) kitabı çıktı. 


Theweleit’in kitabı, I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Almanya’da yenilgiyi, ateşkesi kabul etmeyen bazı düşük seviyeli aristokrat, Freikorps (gönüllü milisler) üyelerinin anı defterlerindeki notların analizine dayanıyor. Bu Freikorps üyeleri daha sonra Nazi partisinin kuruluşunda yer almış, bir kısmı Nüremberg Mahkemesi’ne kadar gelmiş. 


Kitabı yeniden okumaya üşendiğimden önce altını çizdiğim notları taradım, gözümün önünde bir şeyler belirmeye başladı. Şimdi paylaşacaklarım, belki sizin anlığınızda da kimi kapıları aralar.


***
Bu Freikorps üyeleri, Weimar Cumhuriyeti’ne (faşizm öncesindeki rejim) iki nedenle nefret duyuyorlarmış. Birincisi, Weimar’ın demokratik ortamında sıklaşan işçi hareketleri ve komün kurma çabaları. İkincisi de kadınların elde ettiği oy verme hakkı. Bu aristokrat üyeler, ait oldukları kültürel çevre, bu gelişmeleri adeta erkekliklerini hedef alan bir saldırı olarak algılamışlar: Komünizm mülklerini, toplumsal statülerini, kadın hakları da erkekliklerini tehdit ediyor, böylece ekonomik, siyasi ve cinsel bir iğdiş edilme (fallusu kırma) korkusu yaratıyormuş. 

Sanırım siyasal İslamın Cumhuriyet nefretinin de temelinde benzer bir korku yatıyor. Fiziki üretim araçlarından yoksun, ancak dini ilişki ağları ve kurumları içindeki varlıklarıyla ekonomik artığa ulaşabilen kesimin, ekonomik siyasi iktidarına laiklik son verdi. Kadınların oy verme hakkı da kadın üzerindeki mutlak cinsel iktidarlarına... Böylece, “fallus” iki kez kırılmış oluyordu. 


Ancak bunların bir kesimi Cumhuriyetle “ateşkesi” kabul etmeyerek yerel (mikro) iktidar alanlarına çekildi, muhafazakâr partilere yapışarak yaşayageldi. Bu kesimden ayakta kalabilenler, 60’ların sonunda, kapitalizmin yapısal krizinin Türkiye’yi de vurduğu, sınıf mücadelelerini keskinleştirdiği, komünist harekete canlılık getirdiği 70’li yıllarda yeniden ortaya çıkmaya başladılar. 1980’lerde, askeri diktatörlüğün Cumhuriyetin laik değerlerine yönelik saldırısının ve Özal neoliberalizminin toplumsal sonuçlarını vermeye başladığı 90’lı yıllarda, siyasal İslam, bağımsız bir siyasi hareket ve potansiyel iktidar (“fallus”) adayı olarak şekillenmeye başladı. Şimdi siyasal İslam AKP liderliğindeki rejimiyle, Cumhuriyet’ten kurtuluyorlar, yayınlarında, şeriat rejiminin ayrıntılarını tartışıyor. Ancak ya bir şey olur da “fallus” yine kırılırsa? 
Bu da bizi, siyasal İslamın tüm toplumu kendi “suretinden” yeniden üretme, aynılaştırma saplantısına getiriyor. Siyasal İslam için, aslında tek bir “öteki”var: Bu “öteki” aynılaştırma arzusuna direnen; siyasal İslamın dışında kalan herkesi kapsıyor .


Gerçekteyse bu “öteki” parçalıdır. Aynılaştırma projesini, kadın hakları ve feminist direniş, toplumun hâlâ laikliğe sadık yüzde ellisi, Kürt siyasi hareketi, komünistler, hatta bir “kâr makinesi” olarak sermayenin koyduğu sınırlar tehdit ediyor. 


Bu gerçekliği yadsımanın yalnızca bir yolu var o da, “her şeyin birbirine bağlı” ve direnen herkesin arkasında bu “öteki”nin üst aklının olduğuna inanmak. Bu da “Siyasal İslam”ı hep aynı soruyla meşgul olmaya mahkûm ediyor: “Adamın arkasındaki adamın arkasında kim var?” Bu mahkûmiyetten kurtulma çabası da “ötekini” yok etme saplantısını besliyor. Gerçekten korkutucu...

Ergin Yıldızoğlu
Cumhuriyet
12-10-2017

Türkiye-ABD Müttefikliği Analizi

Saroz açıklarında ortak askeri tatbikat sırasında, Amerikan Saratoga uçak gemisinden atılan iki adet SeaSparrow füzesi Muavenet askeri gemimizi vurdu: Sonuç, gemi komutanı dahil 5 şehit 22 yaralı. Yıl ise 1992, 2 Ekim. 


Bunun kaza olduğuna inanacak bir enayi yoktu. Füze ancak 6 kademeden sonra gemi komutanının emriyle ateşlenebilirdi. ABD, Irak için Çekiç Güç’ü 1991’de kurmuş ve İncirlik’ten operasyonlarla Irak bölünüyor, Kürdistan kuruluyordu. Her altı ayda bir Çekiç Güç’e Ankara’dan Meclis’ten onay çıkması gerekiyordu ve bu onay da tartışmalara neden oluyordu. Mesela ordu içinden Eşref Bitlis gibi komutanlar, Amerikalıların Irak’ta yarattığı fiili durumun tamamen aleyhimize geliştiği görüşündeydiler. 


1993’ün 17 Şubat’ında Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağı düştü. Genelkurmay’a göre bu sabotaj değildi. 


4 Temmuz 2003’te Irak- Süleymaniye’de bulunan Türk özel kuvvetlere ait birliğe baskın yapan Amerikalılar, Türk subaylarını, başlarına çuval geçirerek kamyonlara doldurmuş ve esir almışlardı.


Bunlar ‘müttefikliğin gereği’ idi! 
Bu olaylar tamamen ABD ile Türkiye arasındaki “derin ve stratejik müttefikliğingereği” idi! 


Dahası, sonraki olaylar da: Ergenekon ve özellikle Balyoz davaları ile ordunun defterinin dürülmesi ve darbe yapacak FETÖ’cü subayların önlerinin açılarak yükseltilmesi de, “Türk-Amerikan derin müttefikliği”nin çok başarılı bir örnek olayıydı! 


Daha geriye giderseniz bu ittifakın çok başarılı başka meyvelerini de görürsünüz. Özellikle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de yine Amerikancı ordu ve subayların darbeleri, mesela. Kıbrıs için askeri ambargolar, mektuplar... 


Ortalık yeni karışmadı. Ortalık zaten epey bir süredir karmakarışıktı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Beyaz Saray ziyaretinde de ittifak yalanlarıyla beynimizde boza pişirdiler.


Amerikan sözlüğünde ittifak 
Amerikan sözlüğünde Türkiye ile ilgili müttefiklik maddesinde Türkiye’nin yapması gerekenler için şu yazar: Amerikan çıkarları doğrultusunda hareket!.. Bunu yaptığı sürece Türkiye inanılmaz derecede en güvenilir müttefiktir... 
ABD Dışİşleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon yazmış: “Türkiye artık güvenilirmüttefik değil, bir Ortadoğu ülkesi! İki ülkenin bölgesel güvenlik çıkarları da tehlikeli bir şekilde ayrıştı...” 


Koskoca bakan yardımcısı diyor ki, biz Suriye’de IŞİD’den doğacak boşluğu İran’ın doldurmasına asla izin vermeyeceğiz ve Kürtlerle ittifakı sürdüreceğiz... 
Sanırsınız ki İran, Suriye’yi işgal edecek. Bu da tabii, Amerikalıların Ortadoğu ülkelerini bölüp parçalamak için uydurdukları İran bahanesi... Amerikalı, enayilere gerekçe sunuyor! Yersen.


İttifakın ürünü: Bugünkü iktidar 
Amerikalı, Türkiye’de keyfi hukuksuzluk, siyasi esir alma ve sonra değiş tokuş, adaletsizlik gibi, ciddi sorunlarımıza da işaret ediyor tabii ki. Ki, Erdoğan’ın tüm dünyaya karşı karnının en zayıf olduğu ve savunulamayacağı konular... 
Ama şüphem yok ki, eğer ABD ile tam bir askeri ittifak halinde istediklerine destek verilseydi, bunların hiçbirisini de ciddi olarak gündeme getirmeyeceklerdi! 


1950’den itibaren başlayan ABD – NATO ile uşaklık ittifakı politikasının siyasi ürünü 15 yıllık AKP iktidarı ve bugün yaşadıklarımızdır. 
Tarihsel gelişim, bu kadar basittir.



"Güvenilir müttefiklik pespayeliği ve uşaklık"

Orhan Bursalı
Cumhuriyet
12-10-2017


16 Ağustos 2017 Çarşamba

Türkiye Cumhuriyeti Yapısal Analizi ve Temel Sorunları

"Modern Türkiye Cumhuriyeti üç sütun üzerine inşa edilmiştir. Bunlar önem sırasına göre “laiklik”, “milli (ulus) devlet” ve “tam bağımsızlık”tır. Laiklik ve ulus devlet içe dönük, tam bağımsızlık ise dışa dönük stratejik hedeflerdir. Laiklik, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” özdeyişinde, ulus devlet de “Ne mutlu Türküm diyene” sloganında ete kemiğe bürünmüştür. Bu ilkeler, 1920'de değil, TC kurulduktan bir süre sonra somutlaşmıştır. Türkiye'de devlet, çok milletliden tek milletli bir kimyaya geçerken Türk'ün tanımı, etnik kimlik olmaktan çıkartılıp “Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayanlar” olarak yenilenmiştir. Çoğu Balkan ve Kafkas göçmeni olan kurucular, bu tanımla hem kendilerinin, hem her tür azınlığın ama özellikle Kürtlerin, Türk ulusu içinde yer aldığını vurgulamak istemiştir. 

İKİ TERCİH İKİ FAY HATTI YARATMIŞTIR 

Gerek ilk anayasada yer alan “Devletin dini İslam'dır” ibaresinin metinden çıkartılması, gerekse Türklük tanımının Kürtleri içermesine karşı duyulan tepkiyle Türkiye'de biri “gericilik” diğeri “bölücülük” olan iki çatlak (fay hattı) oluşmuştur. Batı (ABD ve AB olarak okuyun) çıkarına uymayan tam bağımsız TC'yi “yarı bağımlı” hale getirmek için her iki çatlağa birer kama sokup üstüne balyozla vurmaya başlamıştır. Dışa karşı TC'nin tam bağımsızlığını ve bütünlüğünü korumakla görevli TSK, bu vazifeyi içte gericilik ve bölücülükle savaşmadan yapamayacağını görmüştür. 

“GERİCİ-BÖLÜCÜ-DIŞ GÜÇ” KOALİSYONU 

Aynı şekilde Batı da, TSK'ni içinden çökertmeden TC'yi yarı bağımlı hale getiremeyeceğini anlamıştır. Bunun için “gerici” ve “bölücü” güçlerle işbirliği yapmaktan geri durmamıştır. TC kurulduğundan beri cereyan eden isyan ve darbeler ile FETÖ olgusunu anlamak için analize buradan başlanmalıdır."

Ege Cansen
Sözcü
06-08-2017

Bozkurt Güvenç Hoca'nın Okuma Listesi

Sokrat’ın “Kendini bil!” sözünden istim alan insanbilim alanında, kendini olduğu kadar kendi dışında kalan insanlık hallerini de fark etme, dolayısıyla “daha fazla insan olma” yolunda sakin ve sabırlı bir yolculuk arzu edenlere kuvvetle tavsiye edilir!.. 

Adnan Adıvar“Tarih Boyunca Bilim ve Din”
Hüseyin Atay ve ark., “İslamGerçeği”; 
Niyazi Berkes“Türkiye’de Çağdaşlaşma”
İsmail Beşikçi“Doğuda Değişim: Göçebe Alikan Aşireti”
Gordon Childe“Kendini Yaratan İnsan”
Carlo M. Cippola“Tarih Boyunca Ekonomi ve Nüfus”
Norman Davies“Avrupa tarihi”
Emile Durkheim“Dini Hayatın İlkel Biçimleri”
BenjaminFarrington“Darwin Gerçeği”
James Frazer“Altın Dal”
Erich Fromm“Çağımızın Özgürlük Sorunları”; 
Umberto Eco, vd., “Zamanların Sonu ÜstüneSöyleşiler”
İbn Haldun“Mukaddime”; 
Hegel“Tarih Felsefesi”
AldousHuxley“Cesur Yeni Dünya”; 
Attilâ İlhan“Hangi Batı”; 
Çiğdem Kağıtçıbaşı,“İnsan ve İnsanlar”; 
Suna Kili“Atatürk Devrimi”; 
Niccolo Machiavelli“Siyaset Üzerine Konuşmalar”
Herbert Marcuse“Tek Boyutlu İnsan”; 
Şerif Mardin, “Din ve İdeoloji”
Marx-Engels“Komünist Manifesto”; 
Montesquieu, “Kanunların Ruhu”; 
Lewis Henry Morgan, “Eski Toplum”
Desmond Morris“Çıplak Maymun”
George Orwell, “1984”
Karl Polanyi“Büyük Dönüşüm”
Carl Sagan, “Milyarlarca ve Milyarlarca: Milenyum Eşiğinde Yaşam ve ÖlümÜzerine Düşünceler”; 
Muzaffer Şener, “Osmanlı Toplum Yapısı”
Taner Timur“Felsefe, Sosyalbilim ve Tarihçi”; 
Alvin Toffler“Şok: Gelecek Korkusu”
Mümtaz Turhan“Kültür Değişmeleri”; 
Voltaire“Örf ve Âdetler”
ImmanuelWallerstein“Bildiğimiz Dünyanın Sonu”; 
Max Weber, “Sosyoloji Yazıları”;
John Zerzan“Gelecekteki İlkel”.

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Atatürk öyle mi? Dinleyin bakalım...

Atatürk’ten konuşuyorsunuz, öyle mi? 
Anasından, babasından, yatağından, yorganından laf açıyorsunuz. 
Kendi meşrebinize, niyetinize göre konuşuyorsunuz. 
Anlıyorum, O’nu yenemiyorsunuz. 
Yıllardır uğraşıyorsunuz. 
Olmuyor, yenemiyorsunuz. 
Uğraşın bakalım ama biraz da dinleyin.


***

Tarih: 1 Mart 1922. 
Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 3. yılında açış konuşmasını yapıyor. 

23 Nisan 1920’de açılan TBMM 3. toplantısını yapıyor. 
Dikkat edilsin. Kurtuluş Savaşı devam etmektedir. 
Konuşmadan bir bölüm şudur: 

“Efendiler... 
... Demiştim ki bu ülkenin gerçek sahibi ve sosyal yapımızın gerçek unsuru köylüdür. İşte bu köylüdür ki, bugüne kadar eğitim nurundan yoksun bırakılmıştır. Bundan dolayı, bizim uygulayacağımız eğitim politikasının temeli ilk önce var olan bu cehaleti yok etmektir. Ayrıntıya girmekten çekinerek bu düşüncemi birkaç kelime ile açıklamak için diyebilirim ki, genel olarak bütün köylüye okumak ve yazmak ve vatanını, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafya, tarih, din ve ahlak ile ilgili bilgiler vermek ve dört işlemi öğretmek eğitim programımızın ilk amacıdır.” 
(Bravo sesleri) 

Kaynak: Atatürk’ün Meclis Açılış Konuşmaları -Özgür Erdem, İleri Yayınları, 2017. 

Kurtuluş Savaşı en sıcak çatışmalarla devam etmektedir. 
Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Meclis’ten cepheye koşacaktır. 
26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz başlayacak, 30 Ağustos’ta Başkumandanlık Meydan Muharebesi kazanılacaktır. 
9 Eylül’de muzaffer Türk orduları İzmir’e girmiştir. 
Anlaşılıyor mu efendiler? 

Siz, hepiniz, efendileriniz, yamaklarınız, uşaklarınız bu sayede buralardasınız. 
Bu sayede ekran karşısına çıkıp oradan buradan konuşuyorsunuz. 
Başkumandan Gazi Mustafa Kemal’in sayesinde. 
Efendileriniz, yamaklarınız, uşaklarınız O büyük adamın sayesinde şimdi olduğunuz yerlerdesiniz. 
Unutmayın efendiler! 
Siz unutursanız biz unutmayız. Bunu da bilin efendiler.


***

Şimdi efendiler, gelelim tarihin bir başka gerçeğine! 
Fransızlar, İncil’i ne zaman Fransızca okuyabildi, bilir misiniz? 
Ya İngilizler? 
Ya Almanlar? 

İncil Latince idi. Başka bir dile çevrilmesine Vatikan izin vermiyordu. 
I. Fransuva (François), Fransa kralı emir verdi. Sorbonne Üniversitesi karşı çıktı. Kral aldırmadı. İncil Fransızcaya çevrildi. Yıl 1530’lar. 
İngiltere’de VIII. Henri kraldı. O da İncil’in İngilizceye çevrilmesini buyurdu. Çevrildi. Yıl 1530’lar. 

İncil’in Almancaya çevrilmesi Martin Luther tarafından gerçekleştirilmiştir. Yıl 1530’lar. 

Bu yıllardan sonra bu ülkelerin insanları kutsal kitaplarının ne dediğini okuyup anlamışlardır. Buna karşı çıkan Vatikan ve ruhban sınıfı da eski güçlerini kaybetmişlerdir. 

Peki Türkler? 
Arapça okunan Kuran’ı anlamadan dinleyip ağlayan, hislenen ama ne dediğini bilmediği için imamın her dediğini doğru sanan Türkler? 
Kuran Türkçeye ne zaman çevrildi? 

Kuran Türkçeye Atatürk’ün önerisiyle 1929’da çevrildi. 
Atatürk’ün önerisi, Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla çeviri işi yapılmıştır. 
Avrupa’dan 400 yıl sonra Türkler, kendi dillerinde kutsal kitaplarının ne dediğini okuyup anlamaya başladılar. 
400 yıl sonra. 

Anlaşılıyor mu efendiler? 
Anlaşılıyor mu, din adına her türlü sahtekârlığı yapıp halkı kandıran bezirgânlar? 

Anlaşılıyor mu Atatürk’ü ordan burdan çekiştirenler. 
Atatürk’ü yenemiyorsunuz efendiler. 
Yattığı yerden sizi yeniyor. 
Vesselam...

Erdal Atabek
Cumhuriyet
15-5-2017